Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

20 Aralık 2010 Pazartesi

Benim Nostaljim

80’lerin ortasında doğduk, 90’larda çocuktuk. Bir milenyumun bitişini gördük. İletişim Çağı’nda bulduk birden kendimizi. Geçmişe özlem duymaya başlanacak yaşlara geldik sonunda. Nostaljiyle tanıştık. Herkesin özlemi faklı tabi. Bende özlemeye başladım artık.

 Bir Demet Tiyatro’nun yayına başladığı yılları, Süper Baba’nın finalini heyecanlı heyecanlı beklediğimiz zamanları özlerim. Dizilerin hikayeleri basitti. Bölümlüktü olaylar o zaman.

Mesut Yılmaz az konuşur çok susardı. O suskunluğu özlerim. Mesut Yılmaz’ı sevmem babamdan ötürü.

Anadolu Liselerine Giriş Sınavı vardı. 8 yaşında dershane yollarında oluşumu özlerim.

Ortası delik gazetelerin zamanıydı. O boşluklarda ne olabileğini uydurduğum zamanları özlerim.

Koskaca ilde 1 tane olan internet kafeden e-mail adresi alabilmek için 1 saatimizi ayırabilirdik, bekleyebilirdik ekran başında 56k interneti. IRC, MIRC ve ICQ’yu özlerim.

Tsubasa’nın günlerce süren maçlarına okul çıkışında yetişilebilirsek şanslıydık. Annemiz babamız eve gelip ders çalış diyene kadar gerginlikle tv seyrederdik. Biraz büyüyünce de Ayça Şen telefon şakaları yapardı. Telefonları açanlar uzun uzun konuşabilirdi. Çünkü telefona cevap veren evdeydi, musaitti çoğunlukla. Ev telefonundan rahat rahat konuşabildiğim zamanları özlerim.

Arkadaşlarla dersane çıkışları buluşulurdu. Haftasonları buluşmak için okulda sözleşilirdi. Herkes tam saatinde gelirdi. Herkesin bir bekleme toleransı vardı. Benimki yarım saatti mesela, buluşma saatinden 15 dakika önce gider, en fazla 15 dakika sonrada ayrılırdım unutulduğumu kabullenmeden. Arkadaşlarımı özlerim, beni unutmayan, sadece Facebook’tan takip etmeyen.

Nostalji çekici bir kadındır. Onu tanırız, tıpkı üniversitede herkesin arzuladığı kız gibi. Kimsenin gerçekten kıza doğru bir hamle niyeti yoktur aslında. Çoğunluk sadece seyretmeyi sever. Bir kısım sadece arzulamayı sever. Geçmişi arzularız. Zamanla yaptığımız hataları yapmamışızdır çünkü geçmişin masallarında. Geçen ay daha onu kırmamışızdır. Geçen sene onu terketmemişizdir. 5 yıl önce ise onu daha tanımamışızdır bile.

Nostalji kötü kadındır, fahişedir. Şimdiki zamanın koynundaki huzursuzluğumuzu fırsat bilir. Tavlamaya çalışır bizi. Günahsızlık sunar, gününe ihanet etmeni ister. En cezbedici yanı ise asla ulaşılamayacak olmasıdır.

Nostalji annen gibidir. Bugünün seni terkettiğinde ordadır, bilirsin. Geleceğin yok zannettiğinde geçmişin ordadır hep. İhtiyacın olduğunda sana aile sıcağını sunar tekrar.

Nostalji, ihtiyacımız olduğunda şekillendirdiğimiz ilacımızdır, yuttuğumuzu hatırlayınca tesir gösteren.

Ah, Minel Aşk!

Yer sarsılıyor ve toprak birbirinden ayrışıyor. Yalnızlığa gömülmüş insan kendisine ayrılmış bir tutam kaya parçasıyla boşlukta salınıyor. Sonra, toprağını eşeleyerek taptığını sandığı başka bir toprakla birleşmeye çalışıyor soyutlanmak için yanlızlığından. Toplum hastalıklı. Son zamanlarda eli kolu bağlanmış insan adeta büyüyemiyor. Yaşlı başlı çocuklar etrafımızda kol geziyor. Kendini bile çözememiş, kendine inancı olmayan insan bir başkasında arıyor umudunu. Her birliktelik çoğaltmanın aksine gittikçe eksiltiyor insanı.

Çevremde gencecik insanlar evleniyor. Daha kendini bile tanıyamayan bu insanlar "ruh ikizleri"yle hayatlarını birleştiriyor. Gökten düşen elmaların hepsi tükendiğinde "biz birbirimizi tanıyamamışız" diyerek soylu ve mükemmel birlikteliklerini sonlandırıyorlar. Olan tabiki de ortada kalan çocuklara oluyor. Zaten ölüm döşeğindeki toplum son altın vuruşunu kendi kendine yapıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi topraklarından lanetlenen proje insanlar çevrelerindeki iyi insanlara zehirlerini akıtmaya çalışıyor. Büyük yıkım başlıyor.

İstatistiği severim ama midemi bulandıranlarla pek ilgilenmem. Ancak, evliliklerin yüzde kaçının temel ihtiyaçları gidermek üzerine kurulduğunu az çok tahmin edebiliriz. Bütüne yakın bu oran artık geçerliliğini yitiriyor. Zira, modernite insanı yalnızlaştırıp tektipleştiriyor. Belki de bunun tek olumlu tarafı evlilik üzerine. Kimsenin yemeğimizi yapmasına muhtaç değiliz. Artık internet sayesinde annelerimizden daha güzel pilavlar yapıyoruz. Yüz yılın icadı mikro dalga fırınlarımız var. Önümüze sıcak yemeği onlar koyuyor. Çamaşırlarımızı köyümüzün deresinde değil çamaşır makinelerinde yıkıyoruz. Hepimiz bulaşık makinesine tapıyoruz. Gün aşırı düğmesine basıp ibadetimizi gerçekleştiriyoruz. En önemlisi de artık küçük evliliklerimizi temizlikçi kadınlarla yapıyoruz. Sabah aşkımızı temizlik malzemeleriyle içeri alıyor; hiç dırdırını çekmeden akşam kapı dışarı ediyoruz.

İşte size modernizmin birbirine uzak ancak birliktelik konusunda etkileşen iki ucu. Bir uçurumda ancak kırklı yaşlarında kendisini tamamlayabileceğine inanılan ham insan evlilik üzerine yaptığı hatalarla toplumu baltalıyor. Diğerinde ise edindiğimiz yenilikler artık bizi büyük hatalar yapmaktan kurtarıyor. Kendini arayan insan artık daha fazla okuyup, üretip, düşünüyor ve ayakları kendi yanlızlık kayalıklarına daha güçlü tutunuyor.

Unutmadan! Evliliklerin çoğu yasal olarak sevişebilmek için yapılıyor. Yalnızlaşan insan cinsel ihtiyaçlarını gidermekte zorlanıyor. Ancak, bu sorun için asırlık bir çözüm mevcut. Bizim tariflerimiz öyle kilo ile litre ile değil. Bardakla kaşıkla: çözüm elinize bir dirsek mesafesi kadar yakın.

Not: Yazım sitemizin isim babası yazarımız Oblomov'un doğum günü hediyesidir. Daha nice serbest düşüncelere!

19 Aralık 2010 Pazar

Aylaklığa Övgü'den


"Entellektüellerin yapacağı işi, amaçları bu entellektüellere -tehlikeli değilse bile- saçma görünebilen hükümetler ya da zenginler emreder ve ücretlerini de yine onlar öder. Ne var ki, kinizm bu entellektüellerin vicdanlarını duruma uydurabilmelerini sağlar. Gerçi iktidar sahiplerinin her bakımdan hayranlık duyulacak cinsten bir uğraş istediği zamanlar olduğu da doğrudur; bu uğraş türleri içinde en önemlisi bilim, ikincisi de, Amerika'da, kamu mimarisidir. Ama bir adamın eğitimi sadece kitap sınırları içinde kalmışsa -ki çoğunlukla böyle olmaktadır- o adam yirmi iki yaşına geldiğinde, epeyce bilgili olduğu halde, bilgisini kendince önemli bir yolda uygulayamadığını görür. Bilim adamları Batı'da bile kinik değillerdir, zira bunlar akıl, zeka ve bilgilerinin en değerli yanlarını toplumun tam onayı ile uygulayabilmektedir; ne var ki, onlar bu anlamda, modern entellektüeller arasında olağanüstü denecek kadar talihli sayılırlar.
Eğer tanı doğruysa, modern kinizm sadece vaaz vermekle ya da gençlerin önüne, bu gençlerin vaizleriyle hocalarının fersude kör inançlar deposu içinden seçtikleri daha iyi ülküler koymakla sağaltılamaz. Sağaltım, ancak entellektüellerin yaratıcı dürtülerini cisimlendirecek bir meslek bulabilmeleriyle gerçekleşecektir."

16 Aralık 2010 Perşembe

Tek Sıkımlık

İşssizlik aldı başını gidiyor. Eylemlere katılıp yumurta atmaktan, biber gazı ve cop darbelerinden nasibimize düşeni almaktan başka çok da alternatifimiz yok. Beni rahatsız eden bu makro problem de değil. Bunun akabinde ve devamında yer alan gündelik hayata ilişkin iç burkan detaylardan biri var. İş görüşmeleri ve bu görüşmelerde senin hakkında hüküm veren, ekmeğinle oynayan insanların doğurduğu faşizan dünya bakışı.

İş hayatı denk güçlerin kapıştığı alandır. Ya da besiye çekilip sikleti tuttuğunda ringe çıkabileceklerin gladyatörlerden feyz aldıkları arenadır. Bunun dışındakilere arenanın kapısı kapalıdır. İçerdekiler avcıdır. Gladyatörler misali birlikte oturup birlikte kalkar ama arenaya çıktıklarında ölüm kalım savaşı verenlerdir. Kapının dışında kalanlar ise avdır. Hayatta kaldıkları sürece nice avcıların şovlarını ibretle izlemek, başka avcıların belki tenezzül etmedikleri, görmedikleri kadar önemsiz olmak kaderleri olacaktır.

İş mülakatlarinde karşındaki kafa sallayan otomatikleşen insan müsveddesi seni kategorize eder. Sosyal ilişkilerinde aktif, girişken, dominant bıdı bıdı diye ufak notlar alır senin sınıflandırmana ilişkin. Empati kurmaktan aciz “iş profesyonelleri” insanların cemaziyülevvellerini bilirmişçesine ahkam kesmekte kendilerinde beis görmezler. Eeee ne de olsa aynı çevrenin insanlarıdır bunlar. Bektaşi’nin dediği gibi herkesi kendileri gibi bilirler.

Neden beynini aldırmış gibi yaşayan veya aileden tuzu kuru yavşak insanların iş hayatında tercih edildiğinin de cevabı bu insanlardır. İçleri boş olmuş olmamış uzun vadede kapının dışındakilerden daha iyi olup olamayacakları tartışılmadan profilden kazanırlar bunlar. Görüşmede özgüvenle sırıtır, kaypakça teklemeden konuşurlar. Onlar için her şey basittir. Hep ne yapar ne eder hallederler. Allem eder kallem eder alltan girer üstten çıkar kendilerine hayran bırakırlar. Korkuları yoktur. Hayatta kendilerine açılacak sonsuz tane kapı, statü sahibi ailesinin çevresi ya da okuduğu okulda bir süre etrafı süzdükten sonra kendisine benzer aurayı paylaştığı hijyenik insanlar çevresinde çoktan cemaatleşmeye başlamıştır bile.

Kapının dışında kalan öyle midir. Hayatta hep namlusunda tek atımlık mermiyle dolaşmaya alışmıştır. Boş teneke gibi çok ses çıkarmaktansa son mermiyi atacağı doğru yeri tespit etmek için hep etrafını dinlemiştir. Heyecanlı anlarda mermiyi atacağı hedefi şaşmamak için nefesini tutmuş, kendi iç sesini bile susturmuştur, nefesini tutarken yaşadığını unutmuştur. Bu adam için her mülakat merminin namluya sürüldüğü andır. O empati yoksunu iş görüşmesini yapan çakma hümanist kafasını sallayıp seni anladığını ifade ederken sadece seni kafasındaki kriterlere göre bir kalıba oturtturabilmesinden dolayı kendisini onaylamaktadır. Ne de olsa seni anlama kaygısı yoktur, sadece kendi mezun olduğu üniversitelerinin psikoloji, ÇEKO bıdı bıdı bölümlerine girerken ileride mesleğinden ve gelişiminden bağımsız bir şekilde hayatını sürdürebilecek rahatlığa daha lise yıllarında kantinde 2 hamburger 1 kola diğer teneffüslerde de sosisli yerken ertesi gün cebinde kalacak harçlık miktarını düşünmeyecek arkadaşlarının profilindeki adamları aramakla mükelleftir.

Oysa o an karşısında duran ve burun büktüğü daha beşinci dakikada “bu pozisyona bu olmaz” diye yaftaladığı, yekten kestirip attığı adam öyle midir? Kantinde ötekiler bir şeyler alırken kuyruğun arkasında sınırsız sayıdaki tüketim alternatifini kafasından geçirmektedir. Öndekiler kuru kalabalık içinde “ses çıkarırken” o arkada susmaktadır, düşünmektedir. Tıpkı şu an karşında olduğu gibi. Hayatının sürekliliği içerisinde küçük hesapların adamıdır, sabahları okula kaç aktarma ile minimum maliyete giderim diye düşünürken, beğendiğiniz “aksiyon insanları”, “proje üretici yaratıcı insanlar” dolmuşa binme “fikrini ortaya atmakta” hiç sıkıntı çekmezler.

Kapının dışındaki sustukça içine dönmüş, içine döndükçe hayata bakış açısı daralmış, beklentisi azalmış kaderine razı olmuştur. Neyin nasıl olduğunu çok iyi bilse bile hayatı boyunca çektiği kaynak sıkıntısı mülakattaki “şöyle bıdı bıdı sikko bir durumda ne yapardınız” sorusuna normal koşullar altında geçerli olacak farazi cevabı vermesine engel olur. Susarken kafasından yıllar yılı yaptığı küçük hesaplar geçer. Her cümlesine “mümkünse, fırsat verilirse” diye başlaması kalem tutan muktedirin elinde bir eksiye daha dönüşür. Hayata ilişkin tanımladığı her “condition” a karşılık avcımız tek alternatifle yaklaşır. Hep “sonuç odaklıdır”. Lisede kol gibi maliyetli ödevlerde babası hemen gerekli malzemeyi tedarik etmiştir, dersten beş almak boş kaleye gol atmak kadar kolay olmuştur. O yüzden onun kitabında “duruma göre” davranmak davranışı gelişmemiştir. Bir türlü istediğini almayı becerme tavrı gelişmiştir. Nitekim o odadan bakkaldan sakız alır gibi işi alır çıkar.

Sözüm sana. Bırak o tuttuğun nefesi artık. Yetmedi mi düşünmenin sessizliği. İçine sindikçe korkuyor, korktukça daha da siniyorsun. Kaybedebileceğin ne kaldığını düşün, düşün de son mermini sık artık.

Ya hedefi vurursun ya da mermi senin yerine sessizliği yırtar geçer, tıpkı acı feryât gibi.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Öğrenim Kredisi Geri Ödemesi Düzenlemesi

Geri ödemeye başlayanların aldığına pişman olduğu öğrenim kredisine Kredi Yurtlar Kurumu’nun yapısıyla birlikte düzenleme getirildi. 25.11.2010 tarihinde TBMM’de kabul edilen ve 10.12.2010 tairihinde yayımlanan 6082 sayılı kanunun 8. maddesi ilk fıkrasıyla, öğrenim kredisinin geri ödemesi ile ilgili olan 351 sayılı kanun 16. maddesinin 8. Fıkrasına şöyle bir ekleme yapılmıştır:

“Öğrenci, borcunu öğrenim gördüğü öğretim kurumunun normal öğrenim süresinin bitiminden itibaren iki yıl (öğrencinin lisansüstü eğitim yapması halinde dört yıl) sonra başlamak üzere, kredi aldığı kadar sürede ve aylık dönemler halinde Kuruma ödemek zorundadır.

Yani 4 yıl boyunca öğrenim kredisi kullanan öğrenci borcunu 4 yılda, her ay eşit taksitlerle ödeyebilecektir. Bu madde öğrenim kredisini almakta ve alacak olanları ilgilendirmekle birlikte benim gibi ödemesi başlayanlar için geçici madde ile farklı bir düzenleme yapılmıştır. 351 sayılı kanuna eklenen 6 nolu geçici madde şu şekildedir:

GEÇİCİ MADDE 6  Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte kredi almakta olanlar ile kredi borcunu ödeme zamanı henüz başlamamış olanlar, bu borçlarını kredi aldıkları sürede, kredi ödeme zamanı başlayıp borç taksitlerini aksatmadan düzenli olarak ödemekte olanlar ise bakiye borçlarını kalan taksit süresinin iki katı sürede öderler.


Konulan geçici madde ile okulu bitipte ödemesi başlamayanlar, ödemesi başlayıp düzenli ödeyenler kalan borçlarını belirtilen sürenin 2 katı zamanında ödeyecekler. Örnek olarak 9 ay içerisinde 3 taksit ödeme yapan ve 21 aylık süre içerisinde 7 kere taksit ödemesi yapacak olanlar kalan taksitlerinin yarısı miktarında 14 taksitte 42 aylık sürede ödeyecekler. Bu belirttiğim 42 aylık süre 39 olur, 45 olur, o kısmını bilemem. Ama kesin olan 3 ayda bir 902 liralık ödemesi olanların artık 3 ayda bir 450 lira yatıracak olmasıdır. 351 sayılı kanunun 16 maddesindeki düzenlemede yeni kredi alan borçluların borçlarını her ay eşit taksitte yatıracakları belirtilmiş, ama ödemesi başlayıpta önceki planlarda 3 ayda bir ödeme yapanların yeni düzenlemeyle birlikte her ay ödeme yapıp yapmayacakları belirtilmemiş.

Bu düzenlemenin ne zaman yürürlüğe gireceğiyle ilgili geçici madde şu şekildedir:

“MADDE 21  Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Bununla ilgili Kredi Yurtlar Kurumu’ndan telefonla edindiğim bilgiye göre yakın zaman içerisinde web sitesinden bir duyuru yayınlanacakmış. Duyuru yayınlanana kadar ödeme süresi 31.12.2010 tarihinde dolan taksitlerin, ileride herhangi bir sorunla karşılaşılmaması için, zamanında yatırılmasını tavsiye ediyorum.


Not: Yukarıda yer alan açıklama hakkında herhangi bir yasal sorumluluk kabul edilmemektedir. Yazılanlar tavsiye niteliğindedir, tamamı kişisel görüş ve yorumdur.

14 Aralık 2010 Salı

Seksi Fotoğrafları için Tıklayınız!

2010 yılı Aralık ayının ilk haftaları, Wikileaks örgütlenmesinin web üzerinden Amerika Birleşik Devletleri’nin büyükelçilerinin görev yaptıkları ülkelerdeki gözlem ve bilgi toplama faaliyetlerini içeren “cable”ları yayınlamasıyla tarihteki yerini aldı. Yayınlanan belgelerin genelinde dikkat çeken detaylar, diplomatik yazışmalardaki hayran olunası ağır ve diplomatik İngilizce(bu en çok benim dikkatimi çekti o yüzden başa yazdım.), ülkeler içindeki siyasi havanın örneklerle gayet net bir şekilde anlatılması, son olarak da diplomatların dedikodu düzeyindeki ithamları ve kişisel yorumları. Ama burda benim dikkat çekmek istediğim konu Wikileaks’in “cable”larından uzun uzadıya bahsetmek değil. Zaten bu dokümanlar senelerce tartışılacak, siyasi üslup ve bilgi aktarımı konusunda ders olarak işlenecek.

Wikileaks sızdırmasından sonra daha da gözüme batan olay ise Türk Basını ve Okuru. Türk Basını bu konuda çok sessiz kaldı diyemem ama her zamanki gibi işin magazin tarafına daha çok ilgi gösterdi. Azerbaycan ile ince bir çizgi üzerinde ilerleyen ilişkilerimizi daha sarsacak olan Aliyev’in sözlerini ilk satırlardan verdiler önce. Sonra yıllardır her zaman tutan formüle geçtiler: Başbakanın İsviçre Bankaları’ndaki hesapları. Eski İçişleri Bakanı’nın mafya babası oğlundan, aynı bakanın sübyancılık ile itham edilmesinden çok bahsetmediler. Kaddafi’nin Ukraynalı hemşiresini, Azerbaycan’ın first lady’sinin estetik operasyonlarını, Nijerya hükümetini elinde tutan petrol şirketlerinden daha fazla duyduk. Türk Basını her zamanki gibi iktardaki güç belgeleri yalanladığı zaman üzerine gitmedi. Onun yerine moda olsun, reklam gelirleri artsın diye açtıkları web sitelerinden “Seksi Resimleri için Tıklayınız!” demeye devam ettiler. Ciddiyeti olmayan, sorgulamayan, ilkokul çocuğuna anlatırcasına resimli, wikipedia’dan aşırılmış açıklamalarla dolu haberlerine devam ettiler. Wikileaks sağlam sızdırdı, sızdırmaya da devam ediyor. Ama bizim medyamız çoktan unuttu Wikileaks’i. Yumurta haberlerine geçtiler. Yumurta haberi derken öğrencilerin protestolarından bahsetmiyorum. Öğrencilerin protestolarında kullandıkları yumurtadan bahsediyorum. Basınımız yumurtanın faydalarından, milli geliri artan toplumumun aylık ne kadar fazla yumurta alabileceğinden bahseder oldu. İktidarın parmağıyla gösterdiğinin resmini çekmeye devam ediyorlar.

Türk okuruysa bu noktada ikiye ayrıldı. İkiye ayrıldı ama tam ortadan değil. Gayet de azınlıkta olduğunu sonradan farkettiğimiz grup harıl harıl sağdan soldan “cable”lara ve haberlere ulaşıp başkalarına iletmeye çalışıyorken büyük bir çoğunluk ise alışık olduğu üzere seksi resimlere tıklamaktaydı. İlk gün çevremdeki bir kaç insanla birlikte ben de açıklanan belgeleri ve dijital çağın kahramanı ilan edilen Julian Assange’ı ilgiyle takip ediyordum. Ülkemle ilgili “cable”lar açıklanmaya başladığında okuduklarımla artan sinirim, lanet okumalarla artıyordu.Kafamda akşam eve gidince Wikilekas’ten sızan belgelerle ilgili soruların yöneltildiği bakanların hızla arabalarına ilerleyeceğini yorum yok diye artizlik yapacaklarını canlandırıyordum. Başbakanın sinirden kızarıp “yalan yalan Ergenekoncuların işi bu!...” diye kendini kaybetmesini umuyordum. Ama noldu basın toplantısı sırasında gayet sakin bir şekilde iletti basın sorusunu, Başbakan:”Hepsi açıklansın bakarız.” Dedi. Bakanın birisi “Yalan dolan iftira bunlar” dedi. Çok emin değilim ama sanırım aradan biri “Ergenekon, İsrail, komplo” kelimelerini içeren saçma cümleler kurdu. Vatandaşın biri de Wikileaks’in Fenerbahçe için çok önemli bir transfer olduğunu uzun uzun anlattı.

Wikileaks bir noktada dünya devletlerine ayna oldu. Oldukları gibi gösterdi liderleri kendilerine. Kapılar arkasında tahmin edilenleri kapının önünde sergiledi. Ama bizde oluşan hissiyat: “Bu muydu? Ben biliyodum bunu yaaa!”dan öteye geçmedi. Türk Basını Julian Assange için tecavüz davası açan bayanların seksi fotoğraflarına ulaşarak dünya medyasına da çok anlamlı bir ders verdi. Ama bunlar içinde beni en çok kaygılandırıp aynı anda da güldürerek acayip duygu formlarını bir arada yaşatan Star Tv’nin röportajıydı.

Şu sıralarda Wikileaks ve bu olayların yüzü olan kişi Julian Assange aleyhinde dünya üzerinde yıpratma kampanyası sürüyor. 2011 yılında çok büyük bir Amerikan Bankası hakkında belgeler açıklayacağını duyuran Wikileaks’e her taraftan darbeler inmeye devam ediyor. Paypal, Mastercard, Visa, Everydns, Amazon.com, Post Bank ve son olarak mirror adreslerini sayfalarından kaldıran Wikipedia baskılara dayanamayıp Wikileaks’le yaptıkları işleri durduranlar.

Ama olsun biz yine de seksi resimleri için tıklayalım.

Çok Sosyal Ağlar

Sosyal ağ denilince aklımıza ilk olarak Facebook gelir, ardından daha “cool” kesim Twitter’ı düşünür. İşi biraz daha bilen Youtube der, Stumbleupon der, örnekleri de Facebook öncesinde ve sonrasında sayılamayacak kadar çoktur.

Sosyal ağlar her türlü paylaşımı mümkün kılan şeylerdir aslında. Twitter anlık düşüncelerimizi, Youtube sevdiğimiz ya da kendimize ait videoları, Stumbleupon sevdiğimiz ya da yararlı olan siteleri paylaşmamızı sağlar. Facebook ise her şeyi paylaşmamızı sağlar, öne çıkmasını sağlayan etkeni budur. Yonja gibi çöpçatanlık siteleriyle, forumlarla temelleri atılmıştır Facebook’un. Sonunda da Mark abimizin abazanlık canına tak edince Amerikan üniversitelerinde patlamıştır.

Ne kadar da asil duyguların sitesidir Facebook. Neleri paylaşırız Facebook’ta? Her gün yan yana çalıştığımız insanlara göstermediğimiz, belki de normal şartlar altında bazı insanların görmesinden hoşlanmayacağımız resimlerimizi sadece adımızı bilen arkadaşlarımızın arkadaşlarına kadar gösteririz. Akrabamızın düğününde alkolden coşan kuzenimizin videosunu ona sormadan yükler herkes görsün diye “tag”ler herkes izlesin, merak etsin diye de “çok süper vidyo izlemeyen bin pişman, kuzi coşmuşsun walla haqsjhdhaad” şeklinde yorumlar yazarız.

Sadece resim video paylaşmakla olmaz tabi, dostlar “face”te görsün diye muhtemelen başka arkadaşların paylaştığı köşe yazılarını sanki ilk biz okumuşuz gibi, “çok kültürlüyüm ben, aykırıyım ben” demek istercesine yapıştırırız profilimize. Amaçsızca, kıyıdan köşeden muhtemelen ekşisözlük’ten apardığımız fıkraları gösteririz tüm can dostlarımıza.

Aslında tüm paylaşımlar başlamadan önce Facebook’un asıl amacına farketmeden hizmet etmemiz gerekir. Kendimiz hakkında kişisel bilgilerimizi açık etmemiz gerekir. Facebook merak eder. Kaç yaşındasın? Nerede çalışıyorsun? Hangi okulda okudun? Ne zaman mezun olacaksın?.... şeklinde uzayıp giden sorularla müşteri olarak profilimizi hazırlar. Aslında biz Facebook kullansın diye vermeyiz bu bilgileri, amaç; eşin dostun, yıllardır görmediğimiz ilkokul arkadaşlarımızın Avrupa’nın en güzel şehrinde yaşadığımızı bilmesidir. Herkes iş ararken en güzel işlerden birinde, patron havasında parlak bir geleceğimiz olduğunu milletin görmesidir. Unutmadan doğum günümüzü de yazalım ki tam olsun, sonra kimse hatırlamazsa naparız di mi?
Facebook; ülkemiz gençleri için kesinlikle yapılmış en mükemmel icat. Avrupa Birliği vatandaşları kadar kullandığımız, dünya da kullanıcı aktivitesi sıralamasında ilk 5’te olduğumuz çılgınlık.

Facebook bağlantı haritası tam olarak ne kadar aktif olduğumuzu gösteriyor:



Neyse “@lunch” yazayım da “status”uma şefim öğle yemeğine gittiğimi anlasın, son attığı e-mail’la şimdi uğraşamıcam...




13 Aralık 2010 Pazartesi

Yağmur İmgelemi

Yoğun bir iş günü.

Son dakikaya sıkışan ufak ama atlanmaması gereken ayrıntılar. Günde 10 saat hareketsiz oturmanın 4 ayda verdiği nefes darlığı ve derinliksiz ama frekansı yüksek soluklanmalar artık kendimi parka atma zamanının geldiğinin habercisi. Mesai sonunda hava gün saat sıcaklık yoğunluk gibi çevresel faktörlere bakmaksızın telefonumda ajandaya kaydedilmiş "Parkta koş" notu hatırlatmadan ziyade emir kipinde.

Kaçar yol yok.

Saat 18.55 eve varış. Annem yemek sofrasını kurmuş beni bekliyor. Günün kısa özeti; gelenler gidenler arayanlar soranlar ölenler kalanlar...Kafa emme basma tulumba modunda kulak ise tekiyle önemli kelimeleri algıda seçicilikle yakalamanın peşinde.

"Ben parka koşmaya gidiyorum anne."
"Oğlum seller gidecekmiş ne işin var."
...


Yoldayım. Kısa pantolonum penyem üstümde ayaklar hızlanmış nefes fellik fellik tempo aranıyor. Ayaklarım yolu ezberlemiş ilk sol ilk sağ ilk sol Özgürlük Parkı'nı kaçırmana imkân yok.

Ritüel belli son 3 yıldır. 4 tur koşu. Her tur 300 metre jogging 900 metre tempolu koşu durmak yok 4800 yapana kadar.

Park klasik bir temmuz gününden farklı, ne hava çok sıcak ne park kalabalık hatta güneş ortalıkta yok.
Lanet olsun onca zamanda kazandığım kondisyon yerlerde. Solumak için ağzımı ve burnumu kullanmam yetmiyor. Tempo ayakta kalmaya ayarlı, vücut fazlasına elvermiyor. Ah diyorum.

"Bir sene önce olsa tozu dumana katardım."

Üçüncü turdayım ayaklarım iyice ağırlaşmış, pist asfalt olsa oraya yapışmışlar diyeceğim, toprağa gömülüyor gibi hissediyorum. Vücut koordinasyonum son demlerini yaşıyor. Gövde kontrolsüz, kollar bacaklar da gövdeden bağımsız salınımda.

Üçüncü tur biterken ilk zerrecikleri sırtımda hissediyorum.

"Yağacak galiba."

Dördüncü tur başlarken jogu artık gözü kapalı atar haldeyim. Terden sırılsıklam olmuş başımda hissettiğim pıtırtılar beynimi uyandırıyor. Yağmur yağıyor hem de en tatlısından, yaz yağmuru. Az önce kapalı ile açık arası önümü görmeye odaklı gözlerimi açıyorum. Neler olup bittğini görmek için etrafıma bakınıyorum. İnsanlar çil yavrusu gibi dağılmışlar, koca parkta 10 15 kişi var yok. 45 dakikadır karşılaştığım insanlar da artık benim gibi son turlarındalar, benden tek farkları ıslanmaktan korkuyorlar ya da sevmiyorlar. Oysa kuru olan ıslanır, şu halde ıslanma eylemini zihnimin zabıtaları es geçiyor.

Ağaçların altından geçerken resmen hava kararıyor. Üstümde yapraklardan seken yağmur damlalarının sesi. İki adım sonra tekrar hafif karartılı sessiz toprak parkur. Kafamdan süzülen sular kaşlarımın arasından kirpiklerimin içine süzülüyor. Gözlerim kısık olmasına rağmen önüm puslu. Yardıma ihtiyacım var. Bileklikler imdadıma yetişiyor, dünyam berraklaşıyor.

Yorgunluktan mı yoksa ilahi bir dürtüyle mi başımı yere değil havaya kaldırarak koşuyorum bilmiyorum. Parkta kimse kalmadı neredeyse, önüme çıkan olma olasılığı düşük. Düşünmüyorum, 4 yaşındaki çocuklar misali paldır küldür gidiyorum.

İlk damlalarda zayıfca zuhur eden çimenin kokusu iyice keskinleşiyor. Her soluk alış verişimde içimde hissediyorum. Bu kokular, toprağın yumuşaklığı, başımda hissettiğim damlacıklar, gözlerimdeki pus hepsi terapi etkisi yaratıyor yetmezmiş gibi yağmur algılarımla da oynuyor. Zamanda değil ama mekanda gitgeller yaşıyorum. Bir anda Feneryolu'ndan Londra'ya gitmiş olabilir miyim diyorum, yoksa Hyde Park da burası benim mi haberim yok. Yanımdan tek tük geçenlerden biri o an "Good evening Sir" çekse inanasım var.

Tekrar gözlerim gökyüzünde. Aklıma bugünün Miraç kandili olduğu geliyor. Mübarek hava ne yağdı diyorum. İçimde bir tazelik belki günün anlam ve önemine ithafen şartlanma belki de içgüdüsel paganik bir tavır ama tek bir gerçek var ki o an kendimi "iyi" hissediyorum.

Hava iyice kararıyor. Burnum taze çimen kokusuna alıştı, üstüm sırılsıklam... Anın büyüsü bozuldu, eve koşuyorum hasta olmamak için, bir yandan da kaybolan büyüyü kelimelerle zaptetmek için.

10 Aralık 2010 Cuma

Ülkemin Sertleşme Sorunu

Bir habere göre Türkiye artan tüketim ve yatırımcı ilgisi ile gelecek 10 yılda Avrupa'nın en güçlü ülkesi olacakmış. Öncelikle bu habere inanmıyorum. İnansak bile siz böyle bir büyümeyi içinize sindirebilir misiniz? Kitleler fikirler üzerinde yükselir. Cumhuriyet tarihi boyunca gelişime yönelik bir tane düşünce akımı, bir sistem ya da herhangi bir yapı oluşturulabilmiş midir bu topraklarda? Hemen cevap vereyim. Sürdürülebilir olmasa da iki tane sistem hayat bulabilmiştir. Bunlardan ilki köy enstitüleri, ikincisi ise mehmet ali erbil'in yarım akıllı insanların donlarını sıyırarak malum yerlerini ekranlara teşhir ettiği şov programlarıdır. İlkini bilmem ama ikinci dalganın kesinlikle en güçlü olmamıza katkısı tartışılamaz. Bu büyümenin nüfus yüksekliğiyle ve tüketim artışıyla sağlanacak olması ayrı bir komiklik.

Sabahın dokuzunda eşarplı teyzelerle birlikte BİM' in önünde kuyruktayım. BİM şu an ülkemizde ciro bazında en büyük perakende zinciri. Labirent tipi dizilimi, raf kullanmaması, torbayı parayla satması, içecekler için soğutucu bulundurmaması akıllıca düşünülmüş maliyet düşürme teknikleri. Birazdan kapılar açılacak ve bizlerde her hafta büyük dampingle satılan aktüel ürünlere doğru saldıracağız. Kapılar açıldı. Arka sıralarda olan çevik ben eşarplı, türbanlı teyzeleri ezerek hedefteki ürüne ulaşıyorum. Klozet kapağı sadece 1.5 tl. Artık evimde gönül rahatlığıyla hem hesaplı hem de kaliteli sıçıyorum.

Habere devam. "Türkiye'nin Aldi'si BİM'in 2009'da yüzde 25 büyüyerek 213 milyon liralık net kâra ulaştığı belirtiliyor." Evet yanlış okumadınız. Ülkemizdeki en büyük perakende zinciri tamamen Almanya çıkışlı bir süpermarket zincirinden konsepti direktman apartarak zirveye koşuyor. Hatta internet sitelerinin tasarımları bile aynı. Hadi bizler ömrümüz boyunca sistemin bekçileri olacağız. İşimiz sadece sistemin düzgün işlemesi olacak. İlham denen, yaratıcılık denen kudret narından tadamadık! Siz para babaları bu topraklardan özgün bir akım yaratamayacak kadar aciz misiniz?

Haberin devamı Coca Cola ile ilgili. Coca Cola' nın yıllık tüketimi büyük karlar getirmiş. İlerideki en büyük olmayı tüketim artışına bağladık. Peki bu kolayla mı sağlanacak? Kolanın edindiği karlar ülkemizde mi kalacak? Benim bu büyümeden anladığım bol bol sevişin nüfusunuz artsın; boş zamanlarınızda da gider kola içersiniz gibi birşey.

Özün özü ülkemin bu büyümesi viagra almış seksenlik dedenin büyümesinden farksızdır.

7 Aralık 2010 Salı

Oklava

Yakın zamanda hatırlar mısınız bilmem, bir deterjan reklamı çıktıydı? Kirlenmek güzeldi diye. Kafamda yer etti bu slogan. Ne ters bir söz yığınıydı bu böyle? Annemin savurduğu tehditleri hatırlıyorum, köy çocukluğundan şehir beyefendisine terfiimden önceydi. Top oynamaya çıktığımda üstümü başımı çok pisletirsem, birinden kötü bir söz söylediğim duyulursa, annem ince ve uzun oklavasını başımla bir edip, üzüm pekmezi akıtacağını söylerdi. Temiz bir çocuk olacaktım, kendime bu sözü verdiğimi hatırlıyorum, bedenen ve ruhen. Çok naifmişim. Dünya boktanmış anne, her tarafı pislik ve kokuşmuşluk içinde.

Politikacılar var anne, deliler gibi koltuk sevdalıları, 60 yaş üstünün bunama problemleri oluyorken, hala parti başlarında kalıp, bir adım ilerisini düşünmekten aciz, yeniliğe kapalı insanlar. Sadece kendi rantını düşünüp kendinin vekili olan. İnsanları ya onlar ya biz diye ikilemeye zorlamayı siyaset düsturu olarak belirlemişler. Bizler resmen ülkemize yabancılaşmaktayken, hala kavramları eğip bükerek ülkenin genelini düzmeye devam ediyorlar.

Savaşlar çıkıyor anne, yok yere insanlar öldürülüyor. Silah endüstri devam etsin, daha fazla gözü dönmüş para babaların ceplerine milyon dolarlar girmeye devam etsin diye kardeş kardeşe kırdırılıyor, kavramlarla insanların beyinleri yıkanıyor. Vicdan denen şey, çıkar karşısında fille karınca gibi oluyor, görmezden geliniyor.

İşyerlerinden patronlar var anne, sırf cebine daha fazla para girsin diye işçilerine obje muamelesi yapan. Hak ettikleri maaşlarından aza çalışıyor insanlar. Motivasyon yöntemini çalışmazsan kovulursun yapmışlar. İnsanlar çalışmaya mecbur kılınmış, işini zevkle yapmak gibi bir kavram kaybolmuş. Patron tanıdıkları oturdukları yerden iş yapmadan para kazanırken, gün boyu çalışmaktan bütün hücrelerinden ter akan adamlar, hak ettikleri parayı alamıyor, istediklerinde tekmeyi yiyorlar.

İnsanlar bozulmuş anne, komşunu bile tanıyamıyorsun. Dost dediğin insanlar arkandan kuyunu kazıyor, yardım ettiğin insanlar kötü bir şey yapmışsın gibi bakıyorlar sana. Değer yargılarını öyle berbat hale getirmişler ki, insanlar birbirlerine anlayışla yaklaşmak nedir unutmuş. İnsanlar eğlenme kavramına yabancılaştırılmış, kendi tabularımızla mezar kazar olmuşuz benliklerimize.

Ağır konuşuyorum anne, canıma tak etti bu yozlaşma. Nereye baksam kokuşmuşluk, ikiyüzlülük, gereksiz bir kibir… Herkes yargıç kesilmiş, herkes kendi anayasasına göre insanları yargılıyor. Ama üzülme anne, bu pislik ve yozlaşma içinde bile ben temiz kalmaya niyetliyim. Belki bazı kötü alışkanlarım olabilir ama başkalarına umuyorum ki zararım olmamıştır. O yüzden, rahat uyu yatağında anne. Üzerim pek kirli değil. O uzun oklavayı da yak sobada. İşe yaramaz o, ben sana güzelinden alırım….

5 Aralık 2010 Pazar

Moral Activities

Otobüste her zamanki kalabalık ve onun kokusuyla yolculuk ediyordum. Yine bir kitaba gömülüp ortamdan soyutlanmaya çalışıyordum. Otobüs durağa yanaşmıştı. Ben de arka kapıya yakın oturuyordum. Bir yurdum insanı yine "duracak" tuşuna basmamıştı; "kaptan arka kapıyı aç" diye bağırdı. Neyse ki kaptan kapıyı açtı. İlgili kişi defolup gitti. Dikkatim dağılmıştı. Kafamı kaldırdığımda onu gördüm. Deliliği her halinden belli oluyordu. Üstü başı yırtıktı; gözlerinden öfke fışkırıyordu. " Aptala bak tuşa basmayı bile unuttu. Bu ülkenin kafasına taktığı tek bir şey var o da karı! Varsa yoksa karı, başka bir şey düşünemiyoruz!" dedi.

Bir an durdum; aklımdan çeşitli düşünceler geçti. Deli haklıydı. Hem de her harfine kadar. Neredeyse bütün kuşaklar aşkı ve cinselliği yeşilçam filmlerinden öğrenmişti. Pörlek gözlü süt tenli kadınlar yıllarca taptığı erkekleri bekler; eline erkek eli değdi mi yüzleri kızarırdı. Bunu nasıl içselleştirdiğimizi öğrenmek için çevrenizdeki insanlarla konuşun. Hepsi güya uğruna ömürlerini adadıkları kişiden kazık yemiş, çakma gönül yaraları taşımaktadır. Yeşilçam filmlerine özenip hüzünden melankoliye koşmaktadır. Öyle bir dünyadır ki bu bütün "saçlılar" beyaz atlı prens, iyi insanlar ve gönül dostlarıdır. Kel ve kirli sakallılar ise ağızlarından salyaları akan tecavüzcülerdir. Her mecradan salgılanan tabular aseksüel kuşaklar yetiştirmiş. Cinsellik kitleler tarafından ulaşılamaz bir hal almış. Doğal olarak akıları karıdan başka birşey düşünemez olmuştu. Ben de deliye hakkını teslim etmek adına elini öpüp otobüsü terk ettim.

Şükran Moral. Aktivist performans sanatçısı. Gazetelerin baş sayfalarından takip etmişsinizdir. Kendisi ufak bir topluluğun önünde bir bayanla 20 dakika kadar takılmış. Geç boşalmanın 5 dakikayı aşmadığı ülkemizde 20 dakikada kim bilir neler olmuştur. Ayrıntılar 20 dakika boyunca çırılçıplak takılan ikiliye 2 fotoğraf makinası ve bir kamera eşlik ettiği yönünde. Performansa davetli olmama rağmen duyduklarımı anlatabiliyorum. Çünkü, yarı çıplak 2 insanı görüp ilk anda mekanı terkeden insanlar arasındaydım. Ancak, Şükran Moral' e hak verdim.

Performansıyla ilgili açıklamaları gayet ikna edici. Bu çalışmasında "sanat" olarak adlandırabileceğimiz kısım kendisinin de belirttiği gibi izleyicinin performansa verdiği tepkidir. Artık sergilenen performans değil, izleyicinin davranışları taranmalı ve çırakımlar buna göre yapılmalıdır. Zira, önemli olan toplumun bu tabuya karşı olan davranışlarıdır.

Şükran Moral' in diğer çalışmalarınızı incelemenizi tavsiye ederim. Birinde kendisi doğudaki çoklu evliliklere karşı çıkmak için 3 erkekle evlenmiş bir kadın olarak poz veriyor. Diğerinde kadının bir meta olarak satılmasına karşı çıkmak adına karaköye gidiyor. Kadının görsel bir meta olarak kullanılmasına karşı çıkmak adına bacak arasına bir monitör yerleştiriyor.

Tabuları ve çarpıkları sergilemek açısından gayet başarılı çalışmalar. Ancak dediğim gibi son çalışmasını izleyemedim. Ama sanmayın ki ben midesi bulanıp mekanı terk eden azınlığın arasındaydım. Ben esas olarak ilk anda yarı çıplak iki bayanı görüp sergiyi terk eden en yakın lavaboya doğru depar atıp kendi sanatını icra edenlerdenim. Desteğimi de sifonu çekerek gösteriyorum. Ne de olsa ben de o yeşilçam filmlerini izleyip büyüdüm.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Metanın Ruhu

Şık tasarlanmış geniş bir "lounge". Oldukça ferah bir "yaşam alanı". Döşemelerdeki el işçiliği dikkat çekici. Televizyonlarda bizlere ince ince işlenen türden. Bildiğin salon ama lounge denmesi algıda kayma yaşatmayı amaçlıyor. Salon denince akla aileyle oturulan, zemini halı döşeli T.V. karşısında demli çay içilen yer akla gelir. Oysa "lounge" öyle mi, orta - üst sınıf beyaz yaka yaşam tarzı içerisinde sınıf atlama planları, çiğnenmeden yutulmaya çalışılan lokma misali havada duran hayaller zihinlerde. Loş ışık "yüksek nitelik gerektiren işimizin" yorgunluğunu sek viskimizi yudumlarken üstümüzden atmaya yardımcı. Duvarlarda spotlarla dikkatleri üzerine toplayan, önemli olduğu bilinen ama tanınmayan sanatçıların eserleri ve kulaklarda ruhları hafifleten chill-out.

Göz önüne getirince ne kadar da güzel ambiyans, insanın keyif almaması elde değil dediği türden. Bir de şık alımlı bir bayan varsa ortamda konsept tamam. Hoşnut olunması, keyif alınması için gerekli tüm koşullar tamam olmasına karşın eksik olan ne peki. Tembihlenen, dimağlara yüzbinlerce kez kitaplarda, T.V.de, sinemada kazınanları yerine koyduğumuzda eksik olan şey ruh oluyor.

"Yeniyse iyidir; daha pahalıysa daha iyidir; satılıyorsa güvenlidir" mottosuyla zihnimize nakşedilen öğretiler içinde "nefes almamızla" birlikte zihnimizdeki sihirini yitiriyor. Çünkü zihnimizdeki yapı statik, imgeden ibaret, devam etmiyor, duruyor. İçine girdiğimizde kum saati dönüyor ve keyif alma sınavı başlıyor. Kadrajdaki resim karesini statik yapısından kurtarıp ardı ardına akan resim karelerinden film yaratmak için geçişler kurulmaya başlıyor. Tüm bunlarla birlikte duvardaki resime yoğunlaşmak ve daha önce görülen sergilerdeki eserlere benzerliği, hangi akımdan olduğu üzerine kafa patlatmak, hangi tarihte hangi coğrafyada ortaya çıktığı üzerine kafa yormak kaçınılmaz oluyor, omuriliğe zaman içerisinde işlenmiş bilgi zerrecikleri arasında mekik dokunuyor. Kulakta ise çalınan chill-out müziğe hassasiyet oluşuyor, aniden ortamdakilere dönüp "Craig Armstrong'un Piano Works albümünden Weather Storm adlı şarkısı bu bayılırım" derken soundtracklerini hazırladığı filmlerden bahsedilmeye başlanıyor. Şık ve alımlı olan bayana özenle seçtirilen Nebbiolo üzümünden yapılan şarapların kadehleri çınlıyor, sohbetin sıcaklığı ile şarabın sıcaklığı birbirine karışırken sohbet koyulaşıyor, eski anılar canlanıyor en ufak ayrıntıları ile dillerden dökülen her kelimede yeniden hayat buluyorlar. Laf lafı açıyor, derinlemesine inilen hararetli diyaloglardan ufak laf oyunlarıyla sıyrılmak, kahkahalara sebebiyet vermek incelik gerektiriyor. Gecenin sonunda kolkola yürünen sokaklarda nefes aldıkça eşyanın doğası hareketlenmeye, film akmaya başlıyor.


Filmi başa alıyoruz.

"Lounge"ın kapısının aralanması ile birlikte "Vay be! Herifler iyi konsept araklamış" iç sesi istemsizce akıldan geçiyor. Duvarlarda anlam verilemeyen resimler, ama duvarda durduğuna göre önemli eserlerdir diye olası diyaloglara karşı sanatçıyı takdir etme ve onaylanması için senaryolar planlanıyor. Fazla durmadan mekanı süzmeye devam ediliyor. Müzik hoşmuş; garsona usulca albümün adı soruluyor. Masa tamam, davetliler arasında taş bebekler var. Yanındakiler ile sürekli diyalog halinde, gördükleri yeni mekanlardan tandıklarını zannettikleri ama sadece "isimlerini öğrendikleri" yeni insanlardan bahsederken birbirlerini dinlemiyorlar, bir sonraki cümlede söyleyeceklerini planlamaları söyleyecekleri bitmeden aceleyle birbirlerinin sözlerini kesmelerinde kendini belli ediyor. Menüden içkilere bakılıyor. En ucuz şarap söylersek ayıp olur, ötekiler de fazla pahalı diye ortalama bir şişe açtırılıyor. Bayanların anlattığı yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni kıyafetler, yeni tatil yerleri tüketildikten sonra sohbet tıkanıyor. Konuşulacak ortak beğeniler bulunamıyor. Alkolün damarlarda dolaşıma daha hızlı dahil olması için kadehler sık sık yudumlanıyor. Saate bakılıyor. Kalkma zamanı. Sahte tebessümlerle herkes arabalara atlayıp evin yolunu tutuyor. Görev tamamlandı. Fotoğraf karesi çekilip albümlerde sergilenmeye hazır.

Tüm yazının "lounge" üzerinden yürümesi eleştiri ya da hoşnutsuzluğumun bu kavramın üzerinde yoğunlaşmasına fırsat vermemeli. Örnekleri çeşitlendirmek mümkün, gözden kaçırılmaması gereken ise insan zihninin gelişimi. Görülenler, zihinlere yerleştirilen, hayalleri süsleyen tüm metalar ve onun kombinasyonları ancak insanın birikimiyle, zihin faaliyetleri ile canlanmaktadır. Eşyanın tek başına insanı neden tatmin edemediği, insanoğlu maymun iştahlıdır sözünün aslında karşılanmayan beklentiler ile arayışını sürdüren insanın davranış biçimi olduğu aşikardır.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bundandır böyle dibe vuruşumuz!

8 yaşındaydım. Yine sınıftan atılmıştım. Bu sayamadığım kaçıncı sınıftan atılmaydı? Ne yapabilirdim ki? Hocanın her soruya kaldırdığı öğrenci mal gibi cevabı düşünürken ben ayağa kalkıp yapıştırıyordum cevabı. Aynı hızla da kendimi dışarıda buluyordum.

Öğretmenlerin kocalarına/karılarına, maaşlarının azlığına hiddetlenip biz yaramaz sabileri en az gün aşırı cetvelle kevgire çevirdikleri yıllardı. Büyüklerimiz bizleri eğitim sisteminin güvenli kollarına etlerimiz ve kemiklerimizle emanet etmişlerdi. Çok hızlıydık o zamanlar. O yaşta bile güce tapan akran kızlar okul çıkışlarında ellerimizden tutup evlerimize kadar eşlik ederlerdi biz çalışkan çocuklara.

Orta okula gittik sonra. Erkeklerin tosbirle, kızların da orkitle tanıştıkları zamanlar. Erken ergen kızlarımız gerine gerine ders ortasında hocalarından izin alıp tuvalete giderler; döndüklerinde ise sıra arkadaşlarına “yok henüz gelmemiş” anlamına gelen kaş kaldırma hareketini yapardı gururla. Bir arkadaşım iki elinin ayasını dikey konumda birleştirip üstte kalan 4 parmağıyla diğer elinin dış yüzeyine vururdu aynı bir maymun gibi. Kimisi de nedensiz yere “yeeeeeğğğğğğğyyyyyyyyyyy” diye bağırır; evrim basamaklarınından üçer beşer aşağıya yuvarlanırdı.

Lisede kandırıldığımı anladım. Güç bela bilim adamı olacağız diye girdiğim lise, iki senede bütün öss müfredatını verip adeta suyumuzu çıkartıyordu. Mide kıramplarını içerisinde sınav salonlarına toplanıyor ve hayatımızda ilk kez huzursuz bağırsak sendromuyla tanışıyorduk. Lisedeki istismar üniversitede yan gelip yatmamı sağladı. Zira, türev ve integrali peynir ekmek gibi alıyordum. Memur zihniyetli hocalarımız sayesinde bomboş bir dört sene geçirdim. Süreci burada keselim devamını bedelleriyle birlikte sizlerle paylaşacağıma söz veriyorum.

Bu bizim eğitim sistemimizdi işte. O kadar yalanlarla doluydu ki bizlere öğretilen Newton’ un yer çekimi kanunu artık iflas etmiş durumda. Hepimiz sanki yer çekiminin olmadığı bir ortamdayız. Herkes büyük bir boşluğun içerisinde süzülmekte. Yaşadığı iç sıkıntısına bir çözüm getirmeyi bırakın; onun nedenini bile bilmemekte.

O maymun var ya şimdi avukat oldu. Türlü çeşitli şebekliklerle insanların haklarını arayacak. Aileden fakir ya da para düşkünü insanlar tıp fakültesine gittiler. Altı sene çektikleri zulümlere bilenerek sizleri parçalara ayırıp paraya çevirmek için sabırsızlanmaktalar. Neden sevdiklerinizi sağlık sistemine kaptırdığınızı hiç düşündünüz mü? Ya da binlerce öğretmenin atama beklediği bir ülkede hala öğretmenlik yazan salakları? Bu kadar mantık hatasına sahip insanlar kutsal meslek idealizmini öldüren sorumluları sorgulayabilirler mi?

Bir ülkede eğitime verilen önemi ölçmek istiyorsanız, toplumun el üstünde tutuğu insanlara bakın. Toplumumuz anaokul terk, dilimizi tam olarak bilmeyen, kıvırtan küçük çocuklara fahişe gözüyle bakan, şöhret düşkünü gencecik kızları soğuk odalarda şişme bebek misali patlatan insanları sırtında taşıyor. Onları kendilerinden geçercesine alkışlıyor. Pantolonlarının ceplerini açıp bütün paralarını o dipsiz kuyuların içerisine akıtıyor. Sonra, bu seneki selebiriti (celebrity) güven anketine bakın. Birinci çakma mafya, dördüncü kadırgalı, beşinci borsa manipülatörü. Mideniz bulanmadıysa orta parmağınızı gırtlağınıza daldırıp endeksten bozma kağıt parçasının üzerine kusun.

Buyrun budur işte sizin mükemmel eseriniz.

21 Kasım 2010 Pazar

Düşünce Kurbanı

Selamlar. Bu bayram sert bir yazı planlamıştım. Ancak, yaşlılarınızın buruşuk ve titrek ellerinden öperken tiksinmeyesiniz diye erteliyorum. İlerleyen zamanda bayramdan arındırılmış bir şekilde konuyu işleyeceğim. Bugün bayram boyunca gözlemlerim sonucunda oluşan ve aklımdan geçen birkaç aykırı düşünceyi huzurlarınızda kurban etmek istiyorum.

Adalardaki nostaljik fayton turu yasaklansın. Bayramın ilk günlerinde ailecek adalara gittik. Adalarda faytonculuk beşik ulemalığı gibidir. Babadan oğula geçer. Nedense bütün faytoncular Vanlı’ dır. Neyse, faytonların önünde büyük bir kuyruk oluşmuştu. Biz öncelikle yürümeye karar verdik. Sonrasında üşengeç bünyeler fikir değiştirip kendilerini faytonun içerisinde buldular. Eğer yakınlarınızın ya da sevgili çiftlerin faytonla çekilmiş romantik fotoğrafları varsa hepsini yırtıp atın. Çünkü, adalarda faytonlar bok kokuyor. Turumuz boyunca burnuma sürekli atın bok kokusu geldi. Arada sırada da değişik kesif kokular burnuma çalındı. Çünkü romantizme bulanmış atımız mütemadiyen osurmaktaydı. Faytoncu da adanın tarihinden çok magazinel bilgiler veriyordu. Filanca ev 10 yıl önce Nükhet Duru tarafından satılmıştı. Falanca yalı da çemberimde gül oya dizisi çekilmişti. Turumuzun sonlarına doğru masonik bir evle karşılaştım. Evin üçüncü gözü çıkmıştı. Bu gözü fotoğraflamak için faytonu durdurdum. Birkaç fotoğraf çektim. Döndüğümde yerde bir ıslaklık gördüm. Öncelikle atın benzinle çalıştığını düşündüm; ama yanılmıştım: At işemişti. Özün özü dışarıdan süper romantik gözüken fayton turu at boku ve at sidiğinden yani atların boşaltım sisteminden başka birşey değildir. Kati surette yasaklanmalıdır.

Bütün tatiller birleştirilsin. 10 gündür İstanbul mükemmel bir halde. Yollar bomboş. Çevreye bir dinginlik hakim. Herşey kısa süreliğine uykuya yatmış gibi. Şehir adeta terkedilmiş. Ama malesef bu iki gün sonra bitiyor. Şehir tekrar cadı kazanı haline gelecek. Bu yüzden bence ülkemizde kurbanıyla ramazanıyla ulusal bayramlarıyla işçi bayramıyla ne kadar bayram varsa hepsi birleştirilsin. Herkes memleketine siktirsin gitsin ve uzunca bir süre bu ahengi hep birlikte yaşayalım. Hem böylelikle tatillerle ilgili boş gündemleri bir çırpıda işleyip bir kenara bırakalım. Somut gündemlerle devam edelim. Mesela 1 ay içerisinde işçi bayramında emekçilerimiz dayağını yesin; anguslar 10 km yolu 10 saniyenin altında kat edip birkaç kasabı katletsin; türban ile ilgili resepsiyon krizleri olsun; zafer bayramında askerle anti-militaristler biribiriyle sataşsın. Bu ve bunun gibi saçmalıkları bir çırpıda yaşayalım. Bu argümanlarla tatilleri birleştirmekten daha iyi bir çözüm göremiyorum.

Ağaç insanlar evrilsin. Bugün Belgrad ormanlarındaydım. Ağaçlar, yer yer ortaya çıkan göletler ve daha bir çok doğa bileşeni mükemmel bir harmoni içerisindeydi. Yürüyüş parkurunda ormanı baştan sona gezip damarlarımda mevcut olan asil kanı temiz havayla harmanladım. Bir yakınım “eğer bu araziyi sana verseler ne yapardın?” diye sordu. Hiç birşey yapmazdım. Zaten, hücreden evrilen insan, doğamız insanlığı kurtarabilecekken aşırı düzeyde üreyip onun ırzına geçmişti. Daha fazla doğaya zarar veremezdim. Boşluktan evrilmiş insan modern toplumda tekrar boşluğa düştü. Açıkçası, dünyanın büyük bir çoğunluğu mal gibi yaşıyor. Değer katmayı bırakın düşünmekten aciz. Duyarlılığı olmayan insan esas kurtarıcısına ihanet ediyor. Onu kendi elleriyle boğuyor. Bu yüzden evrimin bir üst basamağında ağaç insanlar oluşmalı. Nasıl ki yapraklara erişemeyen zürafalar defolup gitti; bilinç yoksunu insanlar da odun gibi boş duvarları izleyeceğine ağaç insana evrilmeliler. En azından fotosentez yapıp oksijen oranın arttırırlar. Yeşillik yapıp zihnimizi açarlar. Sıçıp sifonu çekeceklerine karbon döngüsüne yardımcı olurlar. Tabi becerebilirlerse...

Serbestçe düşündüklerim bunlar. Geriye dönüp baktığımda uzun zamandır böyle güzel bir bayram tatili geçirmemiştim. İnşallah sizin de bayramınız benimki gibi iyi geçmiştir. Saygılar...

19 Kasım 2010 Cuma

İnsanın Ölüme Karşı Duruşu

Trader üstad "insan ne için yaşar?" diye sormuş, bu yazıda ise ele alacağım konu cevap mahiyetinde olmasa da ek olarak değerlendirilebilecek, bütünler nitelikte olacaktır.

Günlerden cuma. Kurban Bayramı'nın son günü. Hava güneşli, insanlara pozitif enerji yüklüyor. Bense yine her zamanki depresif, negatif ruh hallerimden birindeyim. Sabah yataktan kalkar kalkmaz "yine aynı imgelemi" sadece değişik bir gün adıyla yaşadım. Huzursuzluk ve içimdeki güçsüzlük saatin de müsait olması sebebiyle ani bir kararla cuma namazı için mahalle camiine yöneltti beni.

Etraf kalabalık. Bayram sessizliği devam ediyor. İnsanlar huşu içerisinde, "mutlak" suretle kabul ettiklerinin peşinden sorgulamaksızın mutluluğu yakalayacakları yolun izindeler. Bense kendimi telkin ve teskin edebilme çabası içerisinde geldim avluya.

Sessizlik ve yoğunlaşma. Bu seferki güneşli hava mekanın da camii avlusu olması sebebiyle, bana 17 Aralık 1999'da Sarıyer Camii'si avlusundaki öğle namazını müteakiben babamın cenaze namazındaki güneşli havayı hatırlattı. Güneşin gölgesinde ölüm soğukluğunu hissettiriverdi.

Vaazdayız. Etrafında dönüp dolaşılan temalar hep aynı, yeni bir şeyler öğretmekten çok sürekli telkin ile insanlarda içselleştirme çabası aşikar. Ben aradığım telkin ve teskini bulmuş gibiyim. Vaizin haricindeki kitlesel sessizlik hareketi içerisinde payıma düşeni aldım. Sabah kalktığımdaki zihin bulanıklığı yerini üzerimdeki bulutsuz mavi gökyüzü gibi iç açıcı berraklığa bırakıyor. Kısa soluk alış-veriş düzenim daha derin ve yatıştırıcı düzene girdi.

Hutbede "ölüme" değinmeden geçmek olmaz. Bunu kinaye içeren eleştirel bakış açısından ziyade insanın hergün aklında yaşaması açısından olumlu bir söylem olarak görüyorum. Din ve felsefenin ortak olarak kafa patlattığı bir konuda insanlar odak noktaları ölüm olmadan yaşamaya devam ediyorlar.

Namaz bitti. Ölüm kavramı yine zihnimde dört dönüyor. Dinen ölüm yeni bir başlangıç, sınavın bitişi ilan ediliyor ve tüm koca bir ömrü bunun hakikaten sınavın bitişinin alâmeti olarak kabul etmemiz isteniyor. Öte yandan varoluşçu filozoflar ise ölüm gerçeği karşısında dünyaya "atılan", önce var olan sonra ise kendimizi inşaa eden biz insanların bunun bilincine varmamızı ve üstlendiğimiz misyona göre yaşamamızı öneriyorlar. Bu cenahta iki farklı görüş ortaya çıkıyor. Ölüm realitesini görüp intiharı bunun vardığı tek yolu olarak görenler ile intiharı bu realiteden kaçış olarak görüp aslında bunun karşısında tavır almamızı, yaşadığımız kısa süre zarfında bilinçli ve istenç içerisinde eylemlerimize yön vermemiz gerektiğini söyleyenler.

Felsefi ve dini temelden uzaklaşarak olaya bireysel, mikro boyutta ele almak ise farklı bir yaklaşım.

...

İşyeri eğlencesi. Herkes mutlu. İnsanların mutlu olmasını isteyen ve eğlenmeleri için elinden geleni yapan bir insan. Kendisi de mutlu. Her şey yolunda. 48 saatten kısa bir süre zarfında beklenmedik ve feci bir şekilde en yakınlarından birini kaybedeceğinden habersiz.

Ölüm günündeyiz. Şirkette ölümün yarattığı o sessizlik ve suratlarda nahoş, şaşkınlık ile şok arasında kalmış surat ifadesi. Gelin görün ki, bu üzgünlüğün ifadesi değil ama; üzgünlük o an için dillerden dökülen kelimelerde yaşıyor. Tavırlara yansıyan ve suratlardan okunan ise ölüm realitesinin düşüncelerden sıyrılan dışavurumu. Herkeste ben merkezli bir yaklaşım ve senaryo analizi.
"Aynı durumda olsaydım ne yapardım?"
Suratlardan okunan bu sorunun ömrü yarım gün sürüyor. Gayet de normal karşılıyorum atalarımızın tarihe hediye ettikleri "ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar" deyişi çerçevesinde. Olayın akabinde iki gün öncesinde bizi eğlendirmek için uğraşan mutlu insanla iki gün sonrasındaki dünyası yıkılan insanı kıyas etmeye çalışıyorum. Hatta empati kurmakta da tarihsel birikimim çerçevesinde zorluk çekmiyorum. İlk hafta aile ferdini yitirmenin doğası gereği fecaat şekilde geçiyor, yıkım büyük. Ölümün nesnel varlığından ziyade bireysel olarak yakını yitirmenin ve bir daha gelmeyecek, göremeyecek olmanın, her ölümün erken ölüm olması temelinde zamansızlığının ve biçiminin etkileri görülüyor. Sonrasında dışarıdan daha hızlı bir toparlanış gibi gözükse de aslında insan oyunu kurallarına göre oynamaya başlıyor. Yine doğanın gereği olarak hayat devam ediyor. İyi hoş. Buraya kadar kafamda sorun yok.
Aynı zamanda tecrübeyle sabit olarak, kişinin yüzünden zihnsel faaliyetlerindeki farklılaşmayı, aktarılan enerjideki değişimi rahatlıkla "sezebiliyorum". İç dinamikler eskisinden farklı işliyor. Ve asıl kendi açımdan da cevaplayamadığım noktaya geliyorum. Bu kadar çok şey yaşanmış, önce subjektif olarak idraki ve akabinde insan zihninin objektifliği ile özümsenmiş bu durum karşısında tüm değişen iç dinamiklere rağmen dış dinamiklerde değişim olmuyor. Gündelik hayata, insanlara, ilişkilere, olaylara karşı tutum hiçbir şey olmamışçasına devam ediyor. Ve eminim ki bunun bu şekilde devam etmesi yaşananların sindirilmesi ve üzerine sünger çekilmesi çerçevesinde cereyan etmiyor. Bilhassa zihne anı anına silinmeyecek şekilde kayıt edilen tüm bu argümanlar çerçevesinde kişi aynı tutumları sergilemeye devam ediyor.

Hayat boktan. Tartışılmaz olarak kimse istediği hayatı tam anlamıyla yaşayamıyor (istatistiki olarak "outlier" dediğimiz tabakayı istisna kabul ederek bu genellemeye dahil etmiyorum); ancak çoğunluk değiştirmek için radikal kararlar da almıyor veya alamıyor (ölüm realitesini tatmış ve zihnine kazımış kişiler için "alamıyor" seçeneğinden bahsetmek çok da mantıklı olmayacaktır). Henüz cevabını bulamadığımı bu durumu kendi içimde açıklama çalışmalarım devam ediyor. İsyanlar yaşaması doğal karşılanması gereken, hayata bakışında milat kabul edilecek noktada tüm şartlar sağlanmışken aynı bokun laciverti içinde soluk almaya devam etmek insana reva olmamalı diyorum. Ancak incelemelerim çerçevesinde sonuçları aynı gözlemlemek canımı sıkıyor.

Akşam oldu. Yine canım sıkıldı. Sabahki cuma namazı akabinde akşam evde şarap açıyorum. İçiyorum. Lacivert tez var, kodlarla uğraştırıyor; lacivert iş var, pazartesi sabahı beni bekliyor ve nice lacivert bokla yaşamaya ben de devam ediyorum. Ya ölüm realitesinin ciddiyetini ben de dahil diğer insanlar idrak edemiyoruz yada lacivertimsi hayatımız o kadar kıymetli ki hiçbir değişiklikle riske atamayacağımız şekilde bu "sanat eserini" başka renge boyayamıyoruz.

Fonda taş plak kaydı arşivimde bulunan Hafız Burhan'ın tiz sesi yükseliyor.
Makber.
Çok sevdiği eşi öldüğü için 100 yıla yakın zaman dilimini aşarak bize ulaşan beste ve kulaklardaki tınıyı derinliklere dalarak tüm yoğunluğuyla yaşamaya çalışıyorum.

Hafız Burhan mı? Bu beste ve dünyası yıkılmışçasına yorumuna rağmen eşinin vefatından 2 ay sonra başka bir çıtırla evlenmesini düşünüyorum. Galiba o sorunun cevabını tiz sesiyle gönderiyor.

17 Kasım 2010 Çarşamba

İnsan Ne için Yaşar ?

Popüler bir soru. Galiba geçen yıl yapılan İstanbul Bienal'inde de tartışılmıştı (bienal iki senede bir yapılan sanatsal aktivite demekmiş bu arada; "bi" latince 2 demek ya, bi-polar, bi-seksual, bicycle, bisikim (2 posta manasına kullanılabilir aslında..)). Neyse hizmet içi bilgiyi geçelim.

Yüzyıllardır tartışılan bir konu aslında. İnsanın dünyadaki, hatta evrendeki (peh peh), kutsal yaşama amacı, idealleri, kaderi vs. ne acaba? İnsan çok önemli bir varlık olduğundan, hatta evren insan için var olduğundan kesin çok ulvi bir amacımız vardır/olmalı yaşamak için değil mi? Bu soruya cevap bulamayıp çok intihar eden de olmuştur, yazık...

Bu sorunun temelinde bence ortaçağ düşüncesi yatar. Nedir o düşünce? Dünya evrenin merkezinde, herşey onun etrafında dönüyor, dünyadaki tüm varlıklar insan için yaratılmış falan filan. Eh insana bu kadar önem yüklenirse, o da kendine kutsal bir yaşama amacı aramak zorunda hissedecektir kendini. Bulamayınca da depresyona girecektir.

Tabii yıllar ilerledikçe gelişen bilim insanlara işin öyle olmadığını, evrende dünyanın bi-sikim önem arz etmediğini gösterdi ama insanoğlu görmedi/görmezden geldi. Douglas Adams üstadın yazdığı gibi, evrendeki 2 küçük galaksi arası açılacak uzay otabanı dünyanın üstünden
geçeceğinden, dünya 1 sn'de patlatılıverdi. İnsanlar görsün de taşınsınlar dünyadan diye en yakın galaksiye "200 yıl" önce mesaj bırakılmıştı ama insanoğlu neden yaşadığını düşünmekle o kadar meşgulduki gidemedi oralara...

Bu yazıda Carl Sagan üstayı da anmadan geçmek olmaz şimdi. Onun hazırladığı aşağıdaki zaman çizelgesi de (eksisozluk'de ceng adlı kullanıcı sağolsun çevirmiş), belki dünyada yaşayan en önemli varlık insanoğludur diyenlerin beyin hücrelerini uyarır.


1ocak:big bang.
1mayıs:samanyolunun başlangıcı(bunlardan ne kadar var, carl?)
9eylül:güneş sistemi(ya bu güneşten?)
14eylül:dünyamız ve diğer gezegenler
25eylül:dünyadaki ilk yaşam belirtisi
9ekim:tek hücreliler
12kasım:bilinen ilk bitki.(uyumayalım kasım ayındayız.)
15kasım:çekirdekli ilk hücre.
1aralık: oksijenli atmosfer
17aralık:yeni türlerin gelişimi
24aralık:dinozorlar
28aralık:dinozorların sonu(bir göz açıp yummuş gibi bir hayat mı dediniz 4günlük? yok kelebek değil.)
31aralık,(aha da noele agaçları hazır edelim) saat 13:30: ilk insansılar.
31aralık, 22:30:ilk insanlar.
31aralık, 23:00:taştan alet yapan atalarımız(homo faber)
31aralık, 23:46:ateş
31aralık, 23:59:51: (geri sayım başlasın yeni yıl için 9-8-7..."sahne kararsın! alt yazılar geçsin.") yazı
31aralık, 23:59:56:milat-isa.
31aralık, 23:59:59:rönesans-pozitivizm


Gelelim başlıktaki sorunun cevabına. İnsanoğlunun çok da önemli bir varlık olmadığını öğrendiğimize göre, bu sorunun cevabı da basit aslında. Temelde insan; bir köpek ne için yaşıyorsa onun için yaşar. Bulduğu en güzel yemeği yer, bulduğu en rahat yerde uyur, bulduğu en güzel karşı cinsle çiftleşir kalan boş vakitlerde de diğer köpek arkadaşlarıya takılır sokaklarda. Tabii hayvanlar aleminde para olmadığı için bu saydıklarımı fiziksel güçle hallederler, bizse parayla. Para konusunu başka bir yazıya bırakırak; içiniz sıkıldığında evrendeki "önemimizi" düşünüp rahatlayın diyor, ya da youtube'a "pale blue dot" yazıp izliyin daha etkili olur (anti-depresan yerine bunu izletmek lazım insanlara aslında), yazıyı bitiriyorum.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Sevemedim Seni Asortik Kadın!

Lounge sıfatıyla anılan bir barda sırtımı duvara yüzümü ortama vermiş sana bakıyorum. Buralara pek uğramam. Birazdan ortak bir arkadaşımız –mutual friend- vasıtasıyla tanışma imkanım olacak seninle. Fönlü, kumral saçlarınla, elindeki içkinle meraklı gözlerle etrafı süzüyorsun. Ayrıca, benim sosyoloji tezimin bir parçası olduğundan haberin yok asortik kadın. Yeryüzünde temas edemediğim tek kadın tipi olarak orada oturuyorsun. Hah, arkadaş da geldi.

El sıkışıyoruz. Ellerin ne güzel ne biçimli asortik kadın. 25 yaş (km) bakımını yaptırmışsın tırnaklarının. Altında siyah parlak bir tayt, topuklu ayakkabı. Üzerinde de kalçalarını örten mora çalan bir elbise. Çevrendekilere “eğer uslu çoçuklar olursanız ve doğru zamanı yakalarsanız kalçalarımı görebilirsiniz” imajı veriyorsun. Bende ise asil sade bir duruş ve içten sıcak bir gülümseme. Tanrı seni “cross” kalemle çizmiş asortik kadın. Diğer insanları çizerken neden kalemi bitmiş?

Garson geliyor. Ben 70’lik arjantin biramı ısmarlıyorum. Sen ise armut püresi ilaveli bacardi mojitonu. Alkoller de geldiğine göre artık muhabbet başlayabilir. İlgi hep üzerinde olmalı değil mi asortik kadın? Evde tek başına kaldığın zamanlarda yaşadığın histeri krizlerini kesinlikle yansıtmamalısın; çünkü bunlar seni güçsüz gösterir. Duygularını saklamalısın her zaman. Her şeyi abartmayı ne kadar da çok seviyorsun. Bunu yarım saattir anlattığın en güzel çantayı seçememe temalı manifestondan anlıyorum. Üretken, çilekeş ve kredi kartlarını ödeyen baban bu anlattıklarını biliyor mu asortik kadın? Dayanamıyorum. Lavaboya gitmek için izin istiyorum.

Sessizliği hiç sevmiyorsun değil mi? Sessizlik senin için bir kaybediş, bir yıkım. Sana sessizliğin soyluluğunu ve erdemini öğretmemişler. Eğer bir grup toplanıyorsa sessizlik yasaklanmalı. Hemen söz alıp hava durumundan bahsediyorsun bir sessizlik anında. Benim havam her zaman parçalı bulutluyken sen de neden her zaman şimsekler çakıyor? Her susuşta daldan dala atlaman bu yüzden değil mi? Yoksa susunca histerik duyguların mı kabarıyor asortik kadın.

O güzel ellerinle slim sigara içiyorsun. Markası önemli değil slim olsun yeter. Sigarayı ağzına götürüyorsun dumanı içeri çekerken kül kısmı havalanıyor. Sigaranın alevi havada daireler çiziyor. Sonra da çeneni yukarı kaldırıp dumanını üflüyorsun. Sanki dünyayı kurtarıyorsun. Tebrikler!

Muhabbet tıkanıyor bir yerde. Sıran bana geliyor. Yeni trend eye linerla boyadığın şuh gözlerin bana dönüyor. “Arkadaşın da pek sessiz sakin” kelimeleri dökülüyor o güzel dudaklarından. Biliyorum asortik kadın senin o “kainat” güzelliğinden çekindiğimi sanıyorsun. Gözlerin anlatıyor herşeyi. Sanıyorsun ki titremem senin dünya dışı güzelliğinden duyduğum heyecan. Ama, maalesef yanılıyorsun asortik kadın. Bu terli ve titrek halim senin boş güzelliğinden değil. Biz bu dünyayı kurşun kalemlerle boyadık. Sevemedim seni asortik kadın. Hem de hiç. Cevap verdim:

“Neden boşalttın bu kadar içini.”
Şaşkın şaşkın suratıma baktın.
“Dedim ya asortik kadın sevemedim seni. Şunu unutma ki bende sana dair olsa olsa en fazla bir tosbir olur. Onu da biraz önce lavabo da harcadım. Bu ter, titreme ondandır. Lütfen daha fazla şaşırma.”

11 Kasım 2010 Perşembe

Stockholm Sendromu Aşıkları

"Aga boşver çalışmak iyidir; hayatı düzene giriyor insanın."
"Çalış abi çalış evde oturunca geç yatıp erken kalkıyorsun, yemek yeme düzenin bozuluyor."
"Evde oturmaktan psikolojisi bozuluyor insanın."
Ve nice mesnetsiz iddialar kulağıma çalınıyor. Algıda seçici değilmişim demek ki bunca zamandır. Çalışmaya başladığımdan beri hayatıma getirdikleri ve hayatımdan götürdükleri ile fazla ilgilenmiyordum. Daha çok adaptasyon evresinin yarattığı şok halimdeydim diyebilirim. Ancak yavaş yavaş durumu tartmaya başlıyorum ve bu "düzen" aşkı içindeki stockholm sendromu aşıklarına acıyla bakıyorum.

Hayatlarına istedikleri gibi yön veremeyip neyi, niçin, nasıl, ne zaman yapacağını bilemeyenler. Siz kafasına vurulmadıkça ne yöne gideceğine karar veremeyenler. Çalışmak sizin için biçilmiş kaftan. Çünkü otorite size ne yapcağınızı nasıl yaşayacağınızı dolaylı yoldan öğretiyor, din gibi ahlak gibi doğrudan hedef göstermeksizin ebenize atlayarak gösteriyor kendi bildiği doğru yolu.

Tek tema yeterli tüm bunlar için: İşlerin yetişmesi.

Hayatın yetişecek olan işler üzerine kuruluyor. Sabah işe geliyorsun akşam düzene göre evine dönüyorsun; ne zaman iş biterse.
Yemekler de düzene göre işliyor; 12.30 - 13.30 arasını dilediğince yemeğe harca ama dinlenmek, kahve içmek ya da hava almak da bu düzenin içinde o yüzden yemeğini 15 dakika içinde hızlıca yutup diğerlerine de bu düzende vakit ayırmalısın.
Oturma düzeni de fena değil hani evde düzensiz olan. Günde minimum, brüt 10 saat kabaca da 8 buçuk saat oturuyorsun aynı ekrana bakarak; T.V. gibi kumanda elinde o beğenmediğin kadın programlarını zaplayarak stres atmana bile fırsat yok, aynı boktan hücrelerin olduğu excel dosyasında "sanat eserleri" yaratmak zorundasın. Bu düzendeki en büyük hobin düzenli olarak saçma haberlerin yer aldığı gazete sayfalarını ziyaret etmek oluyor.
Psikolojim de çok feci düzene ayak uydurdu. Ben insanları, insanlar beni sikebilmenin türlü bin türlü yolunu deniyorlar. Çok sağlıklı ilişki yumaklarımız var; sanal alemde yüz yüze gelmeden, telefon ve mail aracılığıyla düzenli düzüşüyoruz. Maillerde bazen alta ben geçiyorum bazen de üste çıkıp horse-riding takılıyorum.
Uyku düzeni de baya başarılı, imanı sikilen insan gördüğü her noktada uyuyor, yaşam faaliyetlerini devam ettirebilmek için düzenli yaşamın büyük bir lütfu olan erken uyumayı tercih ediyorum.

Ah sizi gidi düzen meraklıları. Bok var düzen düzen diye yanıp tutuşuyorsunuz. Bizim millet göt meraklısı. Düzen istiyorum diye bağırsanız Taksim Meydanı'nda talipliniz çok olurdu. Niye kulaktan kulağa zehrinizi bana yayıyorsunuz.

Evet düzen bana da yaradı, arada kabızlık çeken ben artık sabahları stresten, çay ve kahve içmekten gayet rahat isalimsi sıçabiliyorum. İş yerimin düzeni gül açtırmasada rahatlatıyor.

8 Kasım 2010 Pazartesi

No Country for "Andons"

Körelttiğim faşizan duygularım kabarıyor.

Ben, insanlara olan saygımı, duruşumu ve düşüncelerimi hümanizmin kollarına bırakmışken onlar beni bundan vazgeçmeye zorluyorlar.

Koskoca birgün, tamamı kafasını çalıştırması gereken birinin kafasını çalıştıramaması ve histeri nöbetleri geçirmesi sebebiyle onun yapması gereken iş yolunda gitsin diye tarafımdan yapılması ve takip edilmesi ile geçti. İşe yeni giren ben, genç ve tecrübesiz olan ben, panik yapması gereken ben iken nedir bu duruma sebebiyet veren şey. En ilkel yargım demem yersiz olacak zira bu sıfatı addetmeden önce baya düşünüp tarttım; benden önce var olan ve doğası gereği kullandığı aletin uzmanı olması, bilgisini refleks haline getirmesi gereken biri hala ezberin dışına çıkıldığında ne yapacağım diye elleri titreyerek bana bakıyorsa kusura bakmasın ama "andon" olarak anılmayı hak ediyordur. Olayı kişiselleştirdiğimi veya sinirlendiğim için bunları yazdığımı sanmak ise tamamiyle yanılgı yaratacaktır, tarafıma danışılmasını ve bu olay karşısında kafamı kullanarak ortalamanın dışında kalan bu basit sorunu sakince göğüs kontrolü akabinde ayak içi ile önündekine pas çıkarmamı sağlayan mühendislik temel bilgi, beceri, görgü ve önsezilerim bu durumun tespiti olarak "andon"luk kavramını uygun bulmuştur.


Şimdi soruyorum, fezaya çıkılmayacak bir problemde ya kendini zorlamıyorsan ya da üstüne kalacak ilk kalan ihalede dünya yıkılıyormuşçasına feryat figan ediyorsan kusura bakma ama sen bulunduğun yeri hak etmiyorsun demektir. Sen yapacağın iş için benden icazet alacaksan, yapılacak yanlışların için sorumlu arıyor, bir problem olursa diye yanına ortak arıyorsan herhalde bir ara müdürün olmayı düşünmem gerek ve emin ol ki müdürün olduğum takdirde bu kadar nazik olmayacağımdır.

Bugün gösterdiğim yumuşak karınlılık tamamiyle iş ahlakı ile o anki işin sorumluluğu bende olmamasına karşı yarın ortaya çıkacak sonuç bana da dokunacağı üzere işlerin yolunda gitmesi adına yapılmış fedakarlığı içermektedir. Bugün histeri nöbetleri geçiren "alt insan", bilinçaltının derinliklerinde neler yaşıyorsun bilemiyorum ama cinsiyetin gereği benden daha komplike düşünce yapısına sahip olduğunu ve dolayısıyla zihninin, çıkarları doğrultusunda bedenine bu yönde hükmedebileceğine ben bile inanamıyorum. Gayet düz mantıkla söyleyebilirim ki bugün sen acz içindeydin ve "yapamıyorum, nolur yardım et" derken gözümün önünde kıvranıyordun.

Yine körelttiğim düşüncelerim bilendiler ve fırından sıcak sıcak çıktılar. O zaman fırını soğutmamak lazım...

5 Kasım 2010 Cuma

5 Kasım

Devletlerin birbirini ezmeye çalıştıkları, ikinci dünya savaşında güçleri tükendiği için birbirlerinden hırslarını alamadıkları bir dünyada, kişisel özgürlüklerin ve fikirlerin tamamen kontrol altında tutulması gerektiğini savunan devlet anlayışıyla yoğrulan 80’lerde, Alan Moore ve David Lloyd anarşizme farklı bir bakış açısıyla yaklaşarak V for Vendetta’yı yarattı. 80’li yıllardan 1998 İngiltere’sine daha yıllarca soğuk savaş baskısı altında olacaklarına inanarak baktılar. Kafalarında canlandırdıkları dünyada hükümetler vatandaş devlet için vardır anlayışıyla, farklı fikirlerin yer almasına tahammül edemeyen bir yönetimle insanları ezmekteydi. Alan Moore’un yarattığı yakın gelecek İngiltere’sinde bu baskı toplumunda neler vardı başka? Toplumun koyun sürüsü gibi hareket etmesini sağlayan bu kontrolü belirli bir üst grubun eline veren neydi peki?

Korkunun Gücü...

V for Vendetta’nın vuruculuğundaki en büyük etkenler yansıttığı dünyadaki iyi olarak algıladığımızın savaştığı karşıt gücün kötülüğü ve bu kötülüğün akıl almaz gücüydü. Kötü neden kötüydü ve kime göre kötüydü? Sorunun cevabı basitti toplum aslında bir kötü görmüyordu. Toplum için bir kötülük yapanda yoktu o zaman. Çünkü toplum kendi elleriyle yaratmıştı bu imparatorluğu, kendi gücünü, tüm iradesini “büyük bir çoğunlukla” kendisi vermişti bir grup aristokrata. Toplum üst üste gelen felaketlerden bıkmış, bunalmış ve en temel iç güdüsüne, neslini devam ettirme güdüsüne yenilmişti. Salgınlar okullarında vurmuştu en savunmasız olanları. Ölüm sadece işten evine gitmek isteyenleri bulmuştu. Toplumda başlayan ölüm korkusu ve güven duygusuna olan hasret kendi özgürlüklerini teslim etmelerini sağlamıştı. Korkan insanlar kendiliğinden teslim etmişlerdi özgürlüklerini. O yüzden bir kötü yoktu, kötü olduğunu kabul etmek olanlardan kendini sorumlu tutmak demekti.

Sadece gözü kapalı olmayana, sorana, düşünene ve sesini çıkarana vardı kötü. Özgürlüklerini geri isteyen farklı düşünenlerin tepesindeydi devlet. Yasaklı kitaplara sahip olan, devletin dinine inanmayan, devletine itiat etmeyen devletin düşmanıydı. Devletin ise gücünün bir sınırı yoktu. Tüm iletişim ve haberleşme devletin elindeydi. Medyada tek bir doğru vardı. O da en tepede yer alan neye doğru diyorsa oydu. Belirli bir saaten sonra dışarı çıkmak yasaktı çoğu gece. Zaten üretime katkısı olması gereken sabah işine gidip bir tutam “elitin” elinde bulunan ekonomide normal vatandaşın ne işi vardı geç saatlerde dışarda. Gece belirli bir saatten sonra insanlar için televizyonda yoktu. Çünkü televizyon cinselliği de öldürürdü. Sabah işine gidip üretime katkıda bulunacak vatandaş gece de erken yatarak toplumun geleceği için çocuk yapmalıydı(3 tane). Evde de eleştirilemiyordu devlet zira heryer özel oluşturulan sistemlerle dinleniyordu. Tanrının Babil kulesinde yaptığına benzer bir uygulamaydı aslında. Tanrı Babil Kulesi’nin kendine yaklaştığını görünce kuleyi yapmaya çalışanların her birinin konuştuğu dili değiştirmişti. Dik kafalı kulları anlaşamamışlardı ve devam edememişlerdi inşaata. Burda yapılan ise çok benzerdi. Aynı fikirden olanlar direk olarak koparılıyorlardı bulundukları toplumdan. Çünkü aynı dili konuşmaya başlarlarsa devlet ne olacağını çok iyi biliyordu.

Uyanış ve İntikam...

İşte böyle bir dünyada birinin çıkıpta parmağını uzatması ve “Bunlar kötü adamlar” diye bağırması yetmiyordu. Çünkü insanlar, normal insanlar parmağını uzatıp bağıranları düşman diye biliyordu. O yüzden kahramanımızın bir ekibi, onu destekleyen kimsesi olamazdı. Toplumdan ayrılmış çatlak verme ihtimali olan bir grupla başarıya ulaşamazdı, kötüyü yenemezdi. Sistem varolduğu sürece sistemin içinde yeralan herkes onunda düşmanıydı. Ama saldırması gereken düşmanı iyi seçmeliydi ve “doğru bir dille” bunu anlatmalıydı. Gözleri kör olan adalete saldırdı önce. Sonrasında ise tek bir duyuru yaptı. Şanslıysa ilk seferde birkaç kişinin gözü açılacaktı. Sonra yavaş yavaş tüm topluma ulaşacak ve toplumun kendi elleriyle yarattığı canavarları alt edecekti.

5 Kasım 1605...

Alan Moore bu hikayeyi yazarken ilham aldığı yada başlangıç olarak kabul ettiği olay “Gun Powder Treason Plot” olarak geçen Guy Fawkes ve arkadaşı Robert Catesby’nin önderlik ettiği bir suikast girişimidir. 1593’te 23 yaşında Katolik olmayı seçerek İspanyol ordusuna katılan Guy Fawkes, 1604’te İngiltere’ye döndüğünde Protestan olan Kral I. James ve kraliyet ailesinin elit bir aristokrat kesimle birlikte toplumu ezdiklerini görmüş ve arkadaşlarıyla birlikte her sene ekim veya kasım ayında yapılan aristokrasi toplantılarında Parlamento Binasını barut dolu fıçılarla havaya uçurmaya çalışmıştır. Parlamento’da kiraladıkları mahsende barut fıçılarının nöbetini tutan Fawkes kendi grubundan bir arkadaşının parlamentoda çalışan tanıdığına 5 Kasım günü parlamentoya gelmemesini mektupla bildirince kıskıvrak yakalanmıştır. İşkence edilerek suç ortaklarının isimlerini söylemeye zorlanan Guy Fawkes 31 Ocak 1606’da halk önünde asılarak idam edilmiştir. Hersene 5 kasımda İngiltere’de Bonfire Night olarak parlamentonun patlatılamaması kutlanmaktadır. Guy Fawkes ve arkadaşlarının göstedikleri bu cesaret dolu davranış her ne kadar dini unsurlar içersede demokrasi için önemli bir başlangıçtır.

kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Guy_Fawkes

Özgürlüğün Ülkesi...

Her ne kadar 5 Kasım İngilizlerin eğlenerek kutladığı bir gece olsa da bizler 5 Kasım’ın neler dediğini, Alan Moore’un gördüğü karanlık düşün gerçekleşip gerçekleşmediğini sorgulamalıyız. Üzerimizde oluşan ve sırtımızda yükselen korku imparatorluğu “çoğunluğumuzun” kendi eliyle oluşturduğunu farketmeliyiz. Sesini yükselten apar topar alınıyor evinden, farklı olanların ses kayıtları çıkıyor bir yerlerden, internette eleştiri yapanların memuriyetleri yanıyor çıra gibi. Farklı olunmaya izin verilmiyor.

“Remember, remember the Fifth of November,

The Gunpowder Treason and Plot,

I know of no reason

Why the Gunpowder Treason

Should ever be forgot.”

“Hatırla, hatırla

5 kasım gecesini hatırla

Patlamayı, ihaneti ve komployu

Bu ihaneti unutmak için hiçbir sebep göremiyorum “