Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

13 Ekim 2010 Çarşamba

Beden Dünyası

"Serginizi ilgiyle gözlemledim. Birkez daha bedenimin eşsizliğinin farkına vardım."
beyaz üzerine siyah puantiyeli türk

"1. sınıftan tıp terk biri olarak bu sergiden sonra ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım."
tıp terk

"ALLAH(s.a.v.)' ın mucizesine bir kez daha tanık oldum"
the girl with towel head

"Lahhhhhhowwwwwwwwww 10 numara sergi olmuş."
sınıfındaki kızı kaldırmaya gelen sivilceli

Yukarıdaki yorumları Body Worlds sergisinin ziyaretçi defterinde okudum. Hani şu 70' li yıllarda bir doktor tarafından keşfedilen plastinasyon tekniğiyle göçmüş insan vücudlarının yıllar boyunca korunduğu sergi. Dünya turum sırasında sergiyi anavatanı olan New York'ta ziyaret edecektim; ancak pas geçtim. Önceleri bu teknik sadece tıp dünyası için kullanılmış. Doktor adaylarına görsel malzeme olarak faydalanılmış. Beden bağışçılarının isimleri ya da ne şekilde öldükleri açıklanmıyor bedene saygı(!) açısından. Sergi boyunca bütün kadavralar insan vücudunun farklı bölgelerini sergilemek adına değişik formlara sokulmuş. Kiminin sadece kas bölgesi sergilenirken, kimisi sadece sinir sistemiyle bırakılmış. Bu sayede omurilikten başlayarak ayak topuğuna kadar giden siyatik siniriyle tanışmış oldum. Ufak bir selamlaşmanın ardından yoluma devam ettim. Bir tanesi sadece kas dokusuyla ayakta dururken arkasından kendi iskeleti ensesine fiske atmakta. En vurucu nokta ise kesitler. Kadavraların belirli bölgeleri lazer yardımıyla bir kesit olarak çıkarılmış ve plaklara yerleştirilmiş. Hani şu biyolojide yaprak kesitleri vardır ya onlar gibi. Tabi her türlü uzuvlarıyla sergilenen 3 metre boyundaki at kadavrasıyla 6 metre boyundaki zürafa kadavrasını unutmayalım. Zürafanın uzuvlarının kestirimini sizlere bırakıyorum.

Petrol kuyularına bombalarla demokrasi götüren, şişirilmiş referandumlarla özgür anayasalar yazan zihniyetler bu sergiye de mükemmel kılıflar uydurmuşlar: İnsan bedeninin eşsizliğini vurgulamak ve insanın kendi varlığının farkına varmasını sağlamak. Hatta serginin sonlarına doğru yaptıkları şeyin aslında bir sanat olduğunu vurgulamışlar; bir insana kaslardan kanat takmışlar. Bizim otosanayimizde bile mükemmel şekilde üretilebilecek görseller için gerçek insanlar kullanmışlar. Sergi sonuna kadar idare edebildim ancak bu işin nasıl yapıldığının anlatıldığı vidyo bölümünde mezbaha gibi çengellere asılmış kadavraları görünce dayanamadım ve ziyaretçi defterine şunları yazdım:

"Serginizi ilgiyle izledim. Gerçekten görsel bir şölendi; ancak bu çalışmaların tıp dünyası ile sınır kalmasını dilerdim. Burada yapılan para uğruna ölmüş bedenleri istismar etmekten başka bir şey değildir."
kıralson

Bu hafta toplanıp hep birlikte necrofillerin cirit attığı bu mükemmel aktiviteye katılalım. Hem grup indirimi de yapıyorlar...

10 Ekim 2010 Pazar

Aylak Adam'dan

Güler, giyinik, yatağın kıyısına oturmuş, başı ellerinde ağlıyordu. Yüzünün yangını yavaş yavaş sönerken ona yaklaştı. Yanına oturur oturmaz Güler, ellerine sarıldı. Islak bir sesle,
—Yapamıyorum, dedi. Olmuyor. Oysa seni seviyorum, biliyorum. Ama yapamıyorum. Neden, neden olmuyor?
"Çünkü yardım etmiyorum sana," diyecekti, demedi. "Soyunurken, babanın duyunca, nasıl şaşıracağını, başkalarının neler diyeceğini düşündün. Şimdi seni kucaklayıp yatağa yıksam, öpe okşaya etini kışkırtsam, kulağına benden duymak istediklerini söyleyip seni kandırsam her şeyi yeniden unutursun. İstemiyorum böylesini. Yarım bardak şarap içirdim diye nasıl içimi yedim görmedin mi? Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik. Ama bir gün babanı, başkalarını kovup geleceksin. O zaman keskin ışıkta soyunup açık pencerede sevişeceğiz. Acelem yok benim, biliyorsun." Kucağındaki saçları öptü.
—Zarar yok, dedi. Ağlama.

(Sayfa 88)



Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu, kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister, kimi geç; biri şarkı dinlerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışırlar... Biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşama zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da, sevincimin de kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım."

(Sayfa 112)



—Ya sen? diye sordu. Görmeyeli neler yapıyorsun?
Artık utanmıyordu. Söyleyebilirdi.
—Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar nerden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...

—Ya içmediğin zamanlar?
—O zaman ararım.
—Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
—Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
—Anladım.
—Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine; kimi müdürlüğüe; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.

(Sayfa 152)