Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

28 Aralık 2011 Çarşamba

Ah

Ah, tanımasam da
Konuşamasam da
Gülerek bakarken bana
Sahilden adaları izler gibi
Susup konuşmadan
Sıkılıp usanmadan izlesem seni
Güneşli havaların denizi parlattığı gibi
Nur cemalin gönlümü aydınlatsa
Sevmek ibadet olsa gerek seni
Adı tapılacak kadar güzel olan kadın

12 Aralık 2011 Pazartesi

Amor Fati

Gidesim geliyor
Öyle çok uzak mesafelere değil
Kendimden uzaklaşsam yeter
Mesela evimden çıkıp tanıdığım sokaklarda
Kendimi bilmeden bir yabancı gibi yürümek
Ağzımda sigaram, başım düşüncelerden duman
Kalbimse batık bir gemi misali ağır, yoğun
En koyu maviliklerde kurtarılmayı beklercesine

Gidesim geliyor
Nereye varacağımı bilmeksizin
Sonunu  bildiğim yollarda
Her defasında kaybolma
Ya da tanımadığım yerlere varma ümidiyle

Gitmek de çare değil
Bildiğim yollardan bilmediğim yerlere
Zamanı unutsam da
Aynaları kırsam da
Lal misali susup sesim çıkmasa da
Kör olup bu gözlerle görmesem de
Biliyorum ki içimdekiler benimle beraber
N'aparsam yapayım
Nereye gidersem gideyim
O bırakıp gitmeyecek
Beni “ben” edecek içimde tüm sessizliğiyle

9 Ekim 2011 Pazar

P.O.V

Köşeye sıkışmış hissettiğim anlardan birindeyim. Cipralex 10 mg da olmasa zihnim pili biten kumanda gibi tutukluk yapacak, sinyaller kesikli gelip gidiyor. Değişik anlarda yazmak üzere tuttuğum notlardan birine sığınma ihtiyacı duydum. Zihni mastürbasyona ihtiyacım var kısacası. Yağmur da başlamış dışarıda. Tam da benim havalarım. Uzun zaman sonra silkelenelim, pasımızı atalım.

Yaşam algımız ve yaşama bakış açımız, bunlardan mütevellit şekillenen hayatımız temel olarak aile (kendilerine benzer bireyler yetiştirmekle yükümlü en küçük insani birim), eğitim (aslında okul adı altındaki resmi beyin yıkama merkezleri) ve sosyal çevre (kendinden başkasını ötekileştiren faşizan toplama kampları) üçgeninde yapılanmaktadır. Felsefi açıdan insan zihni deneyciler tarafından "tabula rasa" olarak boş bir levha gibi nitelendirilmekle birlikte, bu boş levha bu üçgende levhanın esas sahibine telif hakkı ödenmeden yaz boz tahtasına dönüştürülür. Bireyin, zihninin üzerinde kalan boşlukları doldurmak için çok ufak bir inisiyatif kullanma yetisi vardır. Bu bağlamda birey ne kadar deneyimleyerek öğrenmeyi ve hayatını şekillendirmeyi denese de çabası inşası tamamlanan bir binanın duvarlarını boyamaktan öteye geçmeyen bir çalışma olarak kalacaktır.

Hayatı deneyimlemek, cesur olmak ve öğrendiklerinden "ben"i yaratmak, (aslında eskisini üzerine yeni fonksiyonlar tanımladığımız için mimari açıdan "ben"in renövasyonu da diyebiliriz) kişinin bulunduğu noktadan hareket etmesini veya statükoyu bozacak şekilde bakış açısını değiştirmesini gerektirmektedir. Bulunduğu yeni noktadan baktığında o güne kadar alışageldikleri karşısında bireyin şok yaşayacağı bakidir. Filmlerdeki köyden kente gelen genç kız tiplemesi aslında bu durumun vücuda gelmiş en belirgin halidir. O güne kadar gördükleri ve beyninin yorumladıkları ile o günden sonraki dünyası tamamiyle farklıdır. Değiştirdiği bakış açısı zamanla öğrenmesine sebep olur ama film boyunca onun köylülüğü hep suratına vurulacaktır.

Bakış açısını değiştirmek kişinin kendisini değil ardından gelecekleri etkiler. Kişi, bakış açısını değiştirene dek "olmuştur". "Tabula rasa" bekaretini çoktan yitirmiş, bireyin vurduğu fırça darbeleri koyu tonlara gölge düşürmekten öteye geçememektedir. Bakış açısı değiştirildiğinde algı organlarıyla yakalanıp beyin tarafından anlamlandırılan yeni realiteler ile beynin geçmişten beri üretegeldiği fikir, duygu ve inançlar arasında kişi paradoksa düşer. Kişi, algıladıklarına bağlı yeni zihin mahsülleri  ile zihnine katman katman yazılanlar arasında bocalamaktadır. Kendi eylemlerini denetlemesi ve değiştirmesi hiç de kolay değildir. Bunu başarsa dahi filmlerdeki kentliliği öğrenmiş ama içine sindirememiş köylü kızlığını üzerinde taşıyacaktır. Dolayısıyla tutum ve davranışlarda değişimin doğal olarak gözlemlenebilmesi kendinden sonraki kuşaklara sarkabilecektir.

Statükoyu bozmak en zorudur. Çünkü birey bulunduğu sıkıcı ama güvenli limandan asla ayrılmak istemez. Velev ki zoru başarıp demir aldıysa da, engin denizlerde yol aldıkça, her yeni liman karşısında ayrıldığı limanı hatırlayacak ve onunla kıyaslama yapacaktır. Ne de olsa liman dedikleri sadece onun o güne kadar yaşadığı değil midir?

4 Ekim 2011 Salı

Duman Altında

Gecelerimin sessizliğindesin
Şafağın maviliğinde, tan kızılındasın
Işıl ışıl İstanbul gecelerinde kadehimlesin
Dostlarla sohbette dudağımdasın
Seni yâr gibi çekmediğim zamanlarda içime
Varlığın yüreğimin üstünde
Aldığım soluğun yarenisin her nefeste
Ateşli bir dilber misali
Yakarsın dışımı da içimi de
Bilirim ölümüm de senden olacak
Soracak ahali "zorun neydi be adam"
O vakit kurşini sular berraklaşacak,
İçim dışıma vuracak,
Etrafına ateş püsküren bir dağ nefretiyle
"Sen yoktun, huzur yoktu, mutluluk yoktu
Bir tek hiçlik ve o vardı" dökülecek dilimden
Terk etmiyorum seni ya da edemiyorum,
Yoksa kara sevdalı gibi sana mı tutkunum
Yokluğun hiçliğime delalet
Yanarsın benim için kor alevlerde
Parmaklarımın arasında, ateşinle avunurum
Ve bu gece yine seninleyim,
Tıpkı sen ve dudaklarım gibi
Yanımızda kanun ve tanburun ayrılmaz birlikteliğinde

21 Eylül 2011 Çarşamba

Üç Noktam

"Sensizliği dinlediğim şu hazan gecesinde ruhum tüm ızdırabıyla kışı özlüyor."



Sen gittikten sonraki ilk yağmur bu. Hatırlarsın, yağmurlu günlerde açardık penceremizi. Çoşkumuz yağmurun sesine karışırdı. Bütün kainat meraktaydı birlikteliğimize. Gök gürler; dalgalar köpürür, öfkelenir; nehirler haykırırdı. Ama, ben kimseyle paylaşamazdım seni. Sadece, rüzgar bizim gizli saklı sırdaşımızdı. Rayihan rüzgarın sus payıydı. Rayihanı özledim...

Sen pencereye yanaşırdın. Ben ise uzaktan seni seyrederdim. Sigaran incecik parmaklarınla efsunlara bürünürdü. Gözlerin çizgi çizgi, incecik sicimlere dönüşürdü. O kadar ciddi üflerdin ki dumanını; seni havada oynaşan halelerden bile kıskanırdım.

Şimdi elektrikler kesik, kapkaranlık. Sensiz evimde hep birşeyler eksik. Biliyor musun, halen bıraktığın yerdeyim. Ayaklarım pervazda rüzgarla hoşbeşteyim. Rüzgar, rayihanı ve yaşanmışlıklarımızı taşıyor bana. Uzaklarda bir piyano sesi... O derinden gelen şuh sesini anımsatıyor. Sensizliği dinlediğim şu hazan gecesinde ruhum tüm ızdırabıyla kışı özlüyor ve dudaklarıma hep şunu fısıldatıyor:

" Bana Özdemir' in şiirlerini sevdiren kadın, Kadınım! İçime hapsoluyor adın."

24 Temmuz 2011 Pazar

An & Kadın

Rakı masasındasın deniz kenarında
Sohbeti hos gözleri bos bakmayan
Kadın gibi kadın türünden hatunlar fısıldaşıyorlar
Rüzgar efil efil esiyor
Rakının acılığını hissetmiyorsun bile
Yağ gibi kayıyor boğazından mi
dene usulca
Kadehler boş kalmıyor hiç
Mezeler on numara
Haydarisinden tut dalak dolmasına
Türk Ermeni Rum tadları
Masada önyargı, utanma, sıkılma yok
Herkes rahat
İlk intiba derdi bitmiş
Anın tadındasın artık
Demleniyorsun muhabbetle 
aşkla
Her geçen an ısdırap veriyor tadı damağında

Sabah olmuş akşamdan kalmalık var serde
Nasıldı akşam n'aptım derken
Koynundaki el burnundaki koku hatırlatıyor geceyi sana
O da uyanıyor seninle birlikte
Tüm gece birlikte de olsan yetmiyor
Dakikaların saniyelerin birlikte geçireceğin saliselerin hesabını yapıyorsun
Biraz daha dur biraz daha kal
Güneş yüzüne vuruyor, tek gözün kapalı yatakta açılmıyor
Ya da açmak istemiyorsun hayalin tadı damağında
Kal burada diyor
Mutfaktan tıkırtılar geliyor
Çaydanlık ıslık çalıyor
Çatal kaşık tabak tıkırtıları önceki geceden buselik makamındaki son şarkıyı hatırlatıyor
Elinde tepsi yanına geliyor
Yataktaki keyif gibisi yok onun da kalkası gündelik hayata karışası
Omlet tam istediğin gibi baharatlı
Peynir tam yağlı
Zeytin marine edilmiş
Çay desen kendinden önce kokusunu içirtiyor
Susmak yeter diyorsun dün konuştuklarımızdan sonra
Tebessümle, bakarak konuşmak sana da ona da yetiyor güneşli bir pazar sabah kahvaltısında

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Dost....

Arkadaşlık. Paylaşma. Dertleşme. Güven. İnanma. Birliktelik. Gülmek. Ağlamak. Üzülmek. Destek olma. Dert dinleme. Dert anlatma. Tanıma. Bilme. Öğrenme. Dert çözme. Bunlar geliyor benim aklıma bir dost deyince. Bir insana dost diyebilmek zor. Arkadaşlık kısmında beş dakika konuştuğunuz biri bile arkadaş olabiliyorken, gerçekten dost diyebildiğiniz kişiler gerçekten azdır. Çünkü zamanla büyür dostluk, paylaştıkça, dertleştikçe büyür.

Güven oluşur zamanla. Şüphe etmemeye başlarsınız. Sırlarınızı açarsınız, sorunlarınızı söylersiniz. “Dost acı söyler” diye bir laf vardır. Boşuna değil. Teselli etmeyi amaçlamaz çoğu zaman, gerçekleri suratınıza vurur. Bilirsiniz doğru der, tanır çünkü sizi. İnanırsınız dediklerine. Sizin için güvenilirdir. Çünkü kim bilir ne kadar yaşadınız veya görüştünüz birlikte? Sizin neleri sevdiğinizi, sevebileceğinizi bilir dostunuz.

Yoldaş olmaktır dost olmak. Sıkıntı zamanında, eğlence zamanında, boş zamanda, konuşmaktan, tartışmaktan, gülmekten sıkılmazsınız. Destek kısmında aileniz kadar, hatta bazen ailenizden daha çok yardım eder, çözüm arar. Sizi geliştirmeye, sizi iyileştirmeye çalışır. Dostluk karşılıklı ders gibidir. Karşılıklı hatalarla gelişir dostluk.

Ama sanılmasın dostluk tozpembedir. Dostluk gerçekten siyaha yakındır. Bütün sevinçlerin, mutlulukların yanında dertlerin, üzüntülerin, tartışmaların birleşimidir dostluğun rengi. Kötü de söyler dost, kalbinizi de kırar. Ama bunu sizin için yapar. Dost olmak böyledir işte. Arada kendinden fazla başkasını da düşünebilmektir.

Dostluk zordur. Sürdürmek zor olur dostluğu. İş, kişisel meselelere geldiğinde, dostlarınız, tolerans sınırlarınızı zorlayacak şeyler söyleyebilirler. Tanımadığınız biri dese saniyesinde kafa göz dalacağınız adama “Evet, doğruluk payı var söylediklerinde” demek zorunda kalırsınız. Kalbiniz kırılır ama kalbinizi en oturaklı dostlarınız kırar, tamiri bedava olacak şekilde. Başka kalleşler gibi ortada bırakmaz kırdıktan sonra.

Dostlarım, iyi ki varsınız. Bu toy ve saf kalbi, gerçeklerle yüzleştirerek kırdınız, onu zor zamanlarında yalnız bırakmadınız, iyileştirdiniz, hayat yüklediniz. Bugün ne isem bunda ailemin payı kadar, belki daha da fazla sizin payınız var. Bunun için teşekkür ediyorum hepinize.

24 Nisan 2011 Pazar

Vazgeçmek

Her seçim, seçilemeyen diğer seçenekler için bir son yaratır. Her seçim bir vazgeçiştir aslında. Vazgeçtiğine odaklanmaz seçen. Seçtiği için heyecanlanır belki. Gözü görmez belki vazgeçtiğini.

Bazen vazgeçtiğine hayıflanmak istediğinde seçtiğine sevinmek gelir aklına. Vazgeçtiğin iz bıraktıysa unutulmaz. Vazgeçtiğin o noktada vazgeçildiğinin farkında değilse haykırmak istersin. yakmak istersin. Vazgeçememek için seçtiğinden vazgeçersin. Her seçimle bir vazgeçiş yaratırsın. Her vazgeçiş bir yıkım yaratır içinde. Vazgeçmek yaradır, sarsan da kanayan.

Vazgeçmeyi seçersin, 'onu' seçmeyi çabalamayı değilde ondan vazgeçmeyi. Çabalamaktan vazgeçersin. 'Belki'yi seçersin. Aslında bir şeyi seçmeyi değilde diğerinden vazgeçmeyi seçersin.

Vazgeçmek illüzyondur. Diğerini seçtiğini sanırsın. Vazgeçtiğini unutamıyorsan o zaman anlarsın vazgeçemediğini.

7 Mart 2011 Pazartesi

Kurbanlar ve Gözbantları

Nereye gitmeye başladık, bilmiyorum? Yanlış mı yapıyorum? Kimseye bir zararım dokunmamıştır herhalde? En azından benim düşüncem bu. Borcum varsa, zararım varsa, ödemeye dünden hazırım. Nedir bu üzerine gelinmesi insanın? Benim farklı olmam, tehlikeli olmam anlamına gelmez ki. Senin sevdiğin adamı sevmiyorsam bana beğendirmen gerekmez ki. Belki ben adamın davranışlarını samimi bulmuyorum. Sen hizmet veriyor diyorsun, ben soygun görüyorum. Ben senin dediğini kabulleniyorum, sen niye kabullenemiyorsun?

Çok mu bozdular seni? Fazla mı takıldın aptal kutularına? Gerçi kendi kutularına bağımlı yaptılar. Kırmızı bant çekmişler, makaslamışlar, bizi düşünmüşler. Yahu sana ne? Beni annem o kadar düşünmüyor. Bana sordun mu sansürü? Ben istiyor muyum yasakları? Sen niye istiyorsun yasakları? Bir şeyden mi korkuyorsun? Var ki bir korkun, engelliyorsun. Ama nafile. Bu milletin istiklal marşında yazar "bendimi çiğner taşarım" diye. O engeli de yıkarlar. Nitekim yıktılar. Sen de engelinle taşak konusu olarak kaldın.

İstediğin kadar bant çek gözlere. İnsan bir kere buldu mu ışığı o karanlıkta peşinde koşar. İyi de olsa, kötü de olsa koşar işte. Çünkü geniş bir perspektifte yetişmemiş insan, daraltmışsın. Sınıf ayrımı yok diyorsun, televizyonda oynayan dizilere bir bak. Irk ayrımı yok diyosun, bir iki fabrikayı gez, inşaatları gez, çalışan profiline bak. Dil ayrımı yok diyorsun, bi güneydoğuya in, gez biraz ortalığı. Perspektifini sınırlayarak kontrolünü daraltmayı kolay bulmak gayet doğal, önemli olan zaten kolayı değil zoru başarabilmek. Tüm Türkiye'yi kucaklamak demek %47'i yi kucaklamak değil, demokrasi palavran bu kavramı tam karşılamaz. İsterse %90 seni seçsin bu ülkede, sen bu gücün arkasına sığınıp %10u eziyorsan, istersen gel beni bedavaya zengin et, hala aciz kalacaksın gözümde.

Benim gözüme bant çekmeye çalışıyorsun ama zamanında başkalarının çekmeye çalıştığı bantları gördü bu gözler. Görmese de hisseder artık bünyem. Ve az kaldı diyor. Geliyor sessiz bir uyanışın çığlıkları kulağıma. İnsanlar artık sorguluyor "neden?" diye. Hala koyunlar var elbet, ister benzinlerini 10 tl yap, ister maaşından aldığın vergileri çıkar %40'a. Değirmenin yönünü araştırdıkça bu millet, senin temiz görünen yağlı sularını görecek. "Dürüst" siyasetinin sonu geldiğinde, hala millete "dokunulmazlığın sonunu" vaat edebilecek misin? Yoksa düğünden toplayıp yaptığın serveti bohçalayıp kaçıp gidecek misin?

12 Şubat 2011 Cumartesi

Yaşam Guard'ı

Yorgunum.

Nice zamandır içten içe kendimle savaş veriyorum, kendimle savaşımda yavaş yavaş kendimi tüketiyorum. Bam telime basacak adam arıyordum. Bugün iş hayatım ile başladığım sohbetimizde nihayetinde beni tahlil edip eli yatkın çıkıkçı gibi tek hamlede bam telime basarak kendimle olan savaşımda bir checkpoint oluştu.

Eskiden zihnime hakim olabilen, onu doğanın en büyük refleksi olan yaşama güdümü destekleyecek şekilde manipüle edebilen ben, son zamanlarda dizginlerimi zihnimin kontrolsüz fikir üreticisine bıraktığımın farkındaydım. Bu durumun başlangıcı ise ÖSS sonrası üniversite başlarına denk gelir. O günlerden beri artık zihnimi yönetmek yerine baskılamaya çalışıyorum, ürettiklerinin hegemonyasından kendimi alıkoyabilmek için sarfettiğim faaliyetler içindeyim. Kendime ve yaşama güdüme destek olacak yeterli motivasyonu kaybettim. Zihin ve beden ayrı düştü. Faaliyetlerin bittği yerde zihni blokajı alkol ve sigarada aramaya başladım. Gittiikçe boka sarar vaziyetteyim.

Bugün benim kendime söylediğimi bana söyleyen biri olduğunu görmek umut verici, aynı zamanda moral bozucu. Kendi kendini tüketir olduğumun farkına varıyorum. Yapılanların hepsi gram faydasız ve beyhude. Beni ben yapanlardan farklı.

İşteki olanlara kafayı takmam, evde olanlara sarmam sürekli sızlanma ve serzeniş. Ben bu değildim. Ben sahadaki profesyonel futbolcu gibiydim ve yine öyle olmalıyım. Binlerce kişiden ana avrat küfür işitirken ben oyunumu sahada göstermeliyim. Amaç sahada kazanılacak maç. Bense son 7 yıldır hala sahadayım, yaşam maçında. Ama artık oyunu bıraktım tribünlerle itleşiyorum. Beni asıl amacımdan uzaklaştıracak tüm şeylere takılıyorum, resmen maçı bıraktım.
"Sen ki televizyon açık gürültüde ders çalışmayı becermiş adamsın, bunlar seni rahatsız ediyorsa yaptığın işlere motive olamıyorsun demektir."
Bugün beni zaman içinde gözlemleyenlerin bana beni hatırlattıkları cümlelerden biri oldu. Düşündüm, vaktiyle motivasyonum vardı, şu anda saçma olarak addettiğim şeyler o dönemler hayatımı daha iyi hale getiren motivasyona hizmet ediyorlardı. Bunları hayatımda tasviye ederken yerlerine yenilerini koyamadım.

Farkındayım gittikçe boka sarıyorum. Eski yaşam motivasyonum ve ona hizmet eden çabalar içerisinde değilim. Hata yaptığıma da inanmıyorum, hayatın o devresi için doğru olanları uygulamıştım ama varlığın tabiatı gereği ömrü dolduğunda zihnim otonom olarak bunları terk etti. Ve ben zihnimi yönettiğimi sanan kişi yerine yenilerini koyamadım 7 senedir de koyamıyorum. Zihin başıboş bırakmaya gelmiyor. Marx din toplumların afyonudur diyor, bireysel bazda çeşitlendirilebilir. Ama şu bir gerçek ki zihni yaşam motivasyonuna hizmet edecek şekilde manipüle edebilmek için bu tarz afyonlar türetmek veya bunların varlığını kabul etmek gerekir. Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam" da dediği gibi çoğu zaman tutamaklardır bunlar, herkesin bir tutamağı vardır.

7 sene sonunda yorulduğumu hissediyorum. Ya bir devrin bittiğini kabul edeceğim ve hayat motivasyonum değişecek ya da eski motivasyonu devam ettirecek yeni fikirler zihnimce üretilecek. Yenilerini koyamadığım takdirde "Kilink Yusuf" abimiz rol model olarak önümüzde duruyor. Acaba! diyorum. Bir yandan da geçen gün gazetede gördüğüm haberde yer alan Las Vegas'ta sel sularını tahliye etmek için yapılan tünellerde yaşayan insanlar var.

Ölmek kolay yaşamak zor
Duvara yazılan ölmek kolay yaşamak zor mealindeki yazı dikkatimi çekti. Sefalet içinde dahi olsa bu insanların hayatta kalmak için gerekli motivasyonu zihinleri sağlamış, yaşamak en büyük refleks önüne geçilmesi çok zor.

Yedi yıldır tasviye ettiklerim yerine yenilerini koymak yerine kontrolüm dışında gelişenleri baskılamaya çalışmak gibi bir hata yaptım diyebilirim. Vakit baskılamak değil yerine yenilerini koyma, hayatı deneyimleme zamanıdır. Bunu da beceremezsem ise yaşama karşı gardım düşecek, eskiye olan inancı terk ettiğimi onaylayacağım. Yaşam şakaya gelmezdi eskiden, şimdi ciddiye almaz tavırdayım. Tekrar mücadeleye başlamam lazım.

Kendi yarı sahamda top çeviriyorum. Bir gol turu geçmeme yetmez diye rakip kaleye gitmiyorum, ama gerekli daha fazla golü aramaktan da kendimi alıkoymuş oluyorum. Bugün geçtiğim checkpoint devre arası gibi. İkinci yarıda yeni taktiklerle sahada olmalıyım. Bu taktiklerle de sonucu değiştiremezsem kendi yarı sahamda top çevirmeyi kabullenebilirim. Ama aynı sonuç vermeyen taktiklerle maçı farklı alıp turu geçmeyi ummak aptallıktan öteye gitmez.

6 Şubat 2011 Pazar

Yabancıların Emanetleri

Oblomov yabancıların emanetlerinden bahsetmiş. Bir bakalım bu coni'lerin emaneti ne kadar :D.

Aşağıda İşC ve Garan'ın takas bilgileri (hangi kurumda ne kadar hisse olduğu) var.

İŞC:
GARAN:

İŞC'de Citibank + Deutsche bank 3 ayda 122 milyon lot satmış. 5.60 ortalama fiyattan 700 milyon tl. Garan'da ise toplam 120 milton lot civarı satmışlar o da 8 ort. fiyattan 960 milyon tl eder. Endeks ise bu 3 ayda %15 kadar düşmüş ki çok da büyük bir düşüş değil satılan mallara göre.

Geçen haftadan itibaren yabancıların yavaş yavaş alıma döndükleri görülüyor. Takaslar 2 gün gecikmeli olduğundan bu veriler 2 Şubat'ın, cuma takaslarında da baya almışlardır coniler.

Yani emanetler büyük, emanetçi geçen hafta gibi ver benim malları derse endeksin yolu uzun :d.

2011 IMKB 3: Ralli Mi ?

21 Ocak'taki yazımda XU100(IMKB 100'ün uluslarlararası platformlardaki (reuters vs.) kodu, hizmet içi bilgi,:d) 'ün aşağı döndüğünü ve haftalık trend desteğine doğru çekildiğini yazmıştık. Haftalık destekten mi 200 EMA (short for exponential moving average)'dan mı döneceğine bakacağız demiştik.

Geçen 2 haftada XU100, 28 Ocak haftası trend desteğine kadar çekildi, geçen hafta ise desteğin altına inmesine rağmen 200 EMA'dan (yeşil çizgi) yukarı teperek haftalık desteğin de üzerinde kapandı.

Graf'ta gördüğümüz gibi, XU100 trend desteğine 4 defa değmiş. İlk 2 sefer %20-25 arası yükselirken ( ilginç şekilde ilk 2 seferde de tam 7 haftada tepki sonlanmış), 3. sefer 54 binlerden 72 bine kadar yükseliş olmuş (referandumun da etkisiyle).

Graf'taki dikkat çekici diğer bir nokta, trendin başladığı ilk daire hariç diğer daire içine alınan bölgelerde, XU100 desteğe kadar sarksa dahi hemen teperek desteğin oldukça yukarısında kapanış yapmış. (Mum grafiklerde bar rengi yeşilse, kapanış kutunun üstünde; kırmızıysa altında olarak gösterilir). Özellikle 2. dairedeki iki noktada gelen tepkiler dikkat çekici. Bu durum desteğin gücünü gösteriyor.

Geçen hafta da destekten gelen, özellikle cuma günkü %3'e yakın sert tepki ile XU100 tepkisine başladı diyebiliriz. Buradan %20-25 civarında bir tepki gelirse endeks yeni zirve yapacaktır.

Not: Haziran'da seçim olduğundan ve 2002-2007 seçimleri "öncesi" XU100'ün yaptığı ralliler düşünüldüğünde zirveyi geç yapması gerekiyor. Bu açıdan da grafikleri izlemek gerekecektir. (Büyük aracı kurumlar seçim öncesi 80 bin'leri bekliyor, iş yatırım meril lynch vs.). Neyse, piyasa yapıcılar nasılsa uygun şekilde oluşturacaklardır grafikleri.

Gelecek hafta için, grafikteki oldukça fazla git-gel'lerin yaşandığı diktörtgen içindeki bölgenin orta noktası olan 66-66500'ün geçilmesi ralli ihtimalini artırır. Sonrasında 72k'lardan gelen düşen trend kırılırsa ( 67500) ralli kesinleşir.

Not: Eğer tepki devam edemez desteğe doğru tekrar çekilirse, bu sefer destek tutmayabilir. 200 EMA da kırılırsa %15-20'lik büyük bir düşüş ihtimali mevcuttur.

Not2: Endeks 200 EMA'ya yaklaşırken ucuzlayan banka hisselerine gelen tepki (işc geçen hafta +%10, Garan +%7) düşünüldüğünde, bu seviyelerin hele ki seçim öncesi kırılması çok zor gözüküyor. Eğer ki kırılırsa (Yabancılar TR Mısır olur mu diye korkar vs. :d ) ucuzdan banka hisseleri toplamış oluruz. ( Önceki 2 haftada tüm hisselerde yabancılar satış yaparken, yerli babaların (iş yat., garani yat.) mal toplaması dikkat çekiciydi.

Not3: Endekste 2-3 aydır satış yapan yabancıları (MB'nin sıcak para politikası, mısır olayları vs nedeniyle) yerli fonlar karşıladı ve endeks çok da düşmeden tutundu, peki bu yabancı fonlar geri alıma geçerse ne olur? :)


21 Ocak 2011 Cuma

2011'de IMKB-2- & Amiral batıyor mu?

Önceki yazımda belirttiğim kötü senaryo gerçekleşti ve yabancıların banka kağıtlarına gelen satışlarıyla endeks uzun vadeli alt trend desteğine doğru çekildi. Önceki yazıda verdiğim grafiği güncelleyerek, şimdi ki duruma bakalım:





Haftalık IMKB100 grafiğinde gördüğümüz gibi, destekten gelen önceki tepki yetersiz kaldı ve endeks trend desteğinin geçtiği ~64500 seviyesine doğru çekildi. Bugün MB'nin faiz indirme kararı bile yabancıları durdurmadı ve satışlar devam etti. 64500 seviyesinin kırılıp kırılmayacağına bakacağız bundan sonra, eğer ki kırılırsa:

Bu durumda aşağıda çok önemli tarihi destek olan 200 günlük hareketli ortalama (üstel) izlenmeli. 200 günlük h.o'nun önemini görmek için, 2005-2011 imkb-30 grafiğine bakalım:



Yeşil çizgi 200 günlük h.o'yu gösteriyor. Görüldüğü gibi yeşil çizginin aşağı geçilmesi kriz demek, 2008 Ocak ayında çizgiyi aşağı kıran u-30, 2009 martında yukarı kırıp ralliye başlamış ve bugüne kadar aşağısında kapanış yapmamış. Aralık ayındaki satış dalgasında destekten öpücük aldıktan sonra (desteğe değip yukarı fırlamıştı) satışlar kesilmiş ve tepki başlamıştı. Yeşil destek u-30'da 76500'den geçiyor, bu seviyenin u-100'deki karşılığı ise 62500-62000.

Özet strateji olarak 64500 desteği takip edilmeli eğer ki kırılırsa, 200 günlüğün geçtiği imkb100 'deki 62500-62000 aralığı takip edilmeli. Bu seviyenin aşağısında tası tarağı toplamak gerekebilir.

Ben 200 günlüğün kırılacağını sanmıyorum. Bu satışlar yabancıların banka kağıtlarını baskılayıp endeksi düşürürken, nisan-mayıs aylarında %10-15 temettü verecek sanayi hisselerini ucuzdan toplama çabası olabilir. Son 1 ayda %2 yükselen imkb'ye karşın yüksek temettü veren tüpraş %15, türk traktör %32, türk telekom %8 ve ford'un %12 yükselmesi bu tezi destekliyor. Not : Bu hisselerin halka açık kısmının %80-99 arası yabancıların elinde :)

Yabancılar tamam yeterli malı topladık deyip artık ucuzlamış bankalara döndüğü vakit endeks de yükselişe geçecektir.

Önceki yazıda önerdiğim ekgyo ise bir ayda %28 prim yaptı ve endeks de düzelirse daha da yükselmesi muhtemel (2b yasası, ali sami yen ihalesi , bilanço beklentileri mevcut).

Son olarak imkb'nin Amiral hissesi işc'ye bakarsak:



Teknik olarak oldukça kötü durumda. Yuvarlak içine aldığım omuz-baş-omuz formasyonu yaptıktan sonra boyun çizgisinin de geçtiği 200 günlük h.o'yu aşağı kırmış ve satışlar sertleşmiş. Bu durumda aşağıda ilk destek 4.90 olarak gözüküyor (endeks'te karşılık geldiği yerde muhtemelen 200 günlük h.o olacaktır). Bu seviyelerden tepki verip 200 günlüğün üstüne atarsa (5.45), yukarı hareket hızlanır aksi durumda satılıp aşağıdaki destekelere inmesi beklenebilir.

Belki de plan 200 günlüğe kadar satıp oradan sert tepki yapmak araya da bir not artırım haberi sıkıştırıverdiler mi işlem tamam. Ya da seçim öncesine kadar sürecek 50-55 binlere kadar bir satış.

Bekleyip görücez..

19 Ocak 2011 Çarşamba

Vergiler ve Ali Ağaoğlu Üzerine

Vergiler doğrudan ve dolaylı vergiler olmak üzerine ikiye ayrılır. Çok kabaca ifade etmek gerekirse kişisel gelir ve şirket kârı gibi vergiler doğrudan vergi; KDV ve ÖTV gibi sermayeden veya kişisel gelirden alınmayan, satın alınan ürünler ve hizmetler vasıtasıyla ödenen vergiler ise dolaylı vergilerdir.

Vergilerle her şeyden önce devletin harcamaları finanse edilir. Devletin yol, eğitim, sağlık gibi harcamaları esas olarak vergilerle karşılanır. Vergiler devletin ekonomik hayata doğrudan müdahalesidir. Maliye politikasının devletin harcamalarını ve gelirlerini belirlemekten başka gelir dağılımı düzeltmek gibi bir işlevi daha vardır. Zaten Norveç, İsveç gibi sosyal demokrat refah devletlerini yaratan da uygulanan gelir dağılımını düzeltici maliye politikalarıdır. Gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi doğrudan vergiler artırılır ve buradan gelen gelirle eğitim, sağlık gibi hizmetler toplumun her ferdine bedava sağlanırsa ; gelir dağılımı bozuklukları azaltılır, insanlar insan olduklarından dolayı hak ettikleri yaşam standartlarına daha rahat ulaşırlar.


Türkiye'de ise durum tam tersidir. Egemen olan dolaylı vergilerdir. Zenginden, parası olandan vergi almayan, teşviklerle zengini daha zengin eden devlet ; gelirinin ezici kısmını doğrudan vergiler kanalıyla geniş halk kesimlerinden sağlar. Bir tarafta çöpten ekmek toplayanlar vardır, diğer tarafta ise Ali Ağaoğlu gibi parayı nereye sokacağını bilmeyenler vardır. Bu durum bilinçli tercihlerin sonucudur. Devlet toplumdan veya onu oluşturan bireylerden kopuk bir yapı değildir. Devlet aygıtı her zaman egemen sınıfların aracı olmuştur. Bugün de bu konumu sürdürmektedir. Halktan topladığını zenginlere aktarmaktadır. Onun için Ali Ağaoğlu gibi adamlar 120.000 TL'ye yatak alırlar.

9 Ocak 2011 Pazar

Bir İş Görüşmesi Masalı

Günlerden bir gün… Normal halinde sürünmekle çalışmak arasında bir yerlerde tıkanmış olan bir adam telefonuna gelen çağrıya cevap verdi. Onlar aramıştı, “Sizi de aramızda görmek isteriz ama önce bir konuşalım.” demişlerdi. Zaman ve mekân, görüşülecek kişi bilgileri verilmişti. Söz kesilmişti.

Ertesi gün, saat 9. Siyah takım elbisesi, kravatı, boyanmış ayakkabıları, sinekkaydı traşıyla önceden söz erilmiş olan görüşme için hazırlanmıştı adam. Hastaydı ama söz verilmişti. Dışarıda feci bir ayaz vardı. Saat 10’daydı görüşme. Öksüre öksüre gitti görüşmeye. Zamanından önce de vardı görüşmeye. Etik böyle gerektirirdi çünkü. Büyük bir işyeriydi, doğru kapıyı bulması zor oldu ama buldu adam. Eline kâğıt kalem tutuşturdular, işe başvuru formu doldurttular. Adam eksiksiz bir biçimde doldurdu bütün formu. Ederi kısmına kendini hissettiği değeri yazdı. Gözü çok yükseklerde değildi, sadece yaptığı araştırmalar sonucu kendine eşit görebileceği insanların ederlerini karşılaştırmıştı.

Sonrasında karşı kapıdan bir ışık huzmesi içeri aktı. Derin düşünceler içinde bir eleman, kapıdan bir kadın eşliğinde dışarı çıktı. Yüzünde okunan ifade tek kelimeye umutsuzluktu. Daha öncede böyle durumlarla karşılaşmıştı adam. Gittiği iş görüşmelerinde kapıdan çıkan insanların umutsuzluklarını görmüş, onların hissettiği duyguları da az buçuk hissetmişti. Ama bu duyguların yapmak için geldiği işi yapmasına engel olmasına izin veremezdi. Hem kaybedecek bir şey yoktu ki.

Kapıdan içeri girdiler kadınla birlikte. Oturdular karşılıklı. Konuşma başladı.

- Hoş geldiniz. Elimizde CV’niz var. Ama sizi bir de kendi ağzınızdan dinlemek isterim.

Adam kendini tanıttı. Nerde doğdu, nerde okudu, kaç kardeşi var, anne baba durumu nasıl, hepsine cevap verdi. Bu esnada kadın, iş başvuru formunu inceliyordu. Kadının gözü ücret isteğine takılmış olacak ki adam kendimi tanıttıktan sonra işyerinden bahsetti ve hemen sordu.

- Burada ücret isteğinizi 2500 TL yazmışsınız. Normalde bu ücret isteği üzerine benim iş görüşmesini sonlandırmam gerek.

Adam şaşırdı. Ne saçmalıyordu kadın? Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birinden ve baya zorlu bir mühendislikten mezun olmuş birine böyle bir laf ediyordu kadın. Üstelik devam ediyordu saldırı.

- Böyle bir ücreti bizden vermemizi beklemeyin. Bu sektördeki hiçbir şirket veremez. Ben sizden ne kadar esneyebileceğinizi merak ediyorum.

Kadın, sektörden dem vuruyordu. Ama adam, salak değildi. Çağırıldığı sektörle çalıştığı sektör aynıydı. Kriz dönemi de bitmişti. Türkiye’nin en büyük gruplarından birinin, böyle bir sebebin arkasına sığınması adamı sinirlendirmişti. “ Ama Zorlu Grubu?” dediği gibi adam, kadın, adamın lafını ağzına tıkmaya çalıştı.

- Başvurduğunuz şirket Vestel olsa istediğiniz maaş makul bir seviye ama biz bu seviyeyi veremiyoruz. Bize göre aradığımız bir kişinin değeri bellidir. Nasıl oturduğunuz sandalyenin bir değeri belliyse, çalışanında değeri bellidir.

Adam dellenmişti. İçinden delicesine küfrediyor, kadını odadaki değişik 37 nesneyle öldürme fantezileri kuruyordu. 37 nerden geldi, derseniz adam bunları sektör zırvalaması sırasında saydı. Çok fazla uzatmak istemedi. Olmayacağı belliydi ama son bir kez adam “2000 TL istesem farklı olur muydu?” diye sordu. Kadının gözleri yeterli cevabı veriyordu. Görüşme bitti ve herkese yol gözüktü. Ama adam, yolda düşünmeye başladı. Bir görüşmeye başvuru yapmadan çağrılıyor, çok düzgün bir şekilde doldurduğu form üzerinden kendisiyle dalga geçiliyor, maddesel düzlemde çok basit bir değerlendirmeye tabii tutuluyor ve siktir çekiliyordu. Sonra bunu sineye çekmesi bekleniyordu.

Dönelim geçeklere sözüm ona “kadın”. Sen böyle bir şeyi yaptıktan sonra adam, istersen “5000 TL veriyoruz, gel Vestel’de çalış.” desen bile orayı siklemez. Keşke o büyük egondan geri kalan resmi görebilseydin. Sana söyleyebileceği tek şey şu adamın:

- O oturduğun sandalyenin hurda değeri bile senden fazla. Karşındaki insanı ezerken zevk aldığını sanıyorsan o sandalyenin ana direğini al, vajinana sok. Girme derdi olmayacağını tahmin ediyorum çünkü biz mühendisleri, diğer çalışanlardan ayıran en önemli özelliğimiz çok iyi bir şekilde tahmin edebilmemizdir. O büyük hacminle o demiri içine almanın zor olmayacağını tahmin ediyorum. Zevk almazsan büyük ihtimalle frijitliğinden...

Transparan Cübbe

Bu haftaki yeni seks ikonumuz Cübbeli Ahmet oldu. Gözlüksüz halini dahi televizyonda gördüğümüzde içimizde bir kımıldanma yaratan zat-ı muhterem anadan üryan zuhur etti bu sefer ekranlarımızda. Hem de "vallahi de billahi de tallahi de hayatımda büyük günah işlemedim." şeklindeki vaaz görüntülerinin arkasına iliştirilmiş karelerde.

Mevzu derin. Neden cübbelinin üzerine bu kadar gidiliyor derseniz, onun bakış açısıyla olanların hepsi komplo, görüntüler de montajdan ibaret (ki hakkı var "montaj!" sağlam). İddiaları, bu ılımlı İslam savunucuların kendisini ortadan kaldırmaya, itibarını zedeleme çalışmaları yönünde. "Hristiyanlar da cennete girebilir" diyen bu ılımlı İslam savunucularının cübbelinin radikal tutumları ve siyaseten kendisine uygun rol bulunmadığı için bu türden bir senaryoyu planladıkları ve sahneye koydukları tahmin ediliyor. Muhafazakar (dindar [yerseniz!]) kanatta ise Nuri Bilge Ceylan'a selam edercesine üç maymunsal duruş sergileyenler, gözü ile gördüğü filme inanmayıp "inşallah doğru değildir." diyenler yoğunlukta. Kendi dünyaya kapalı cemaat yapılarını ve iktidar dengelerini muhafaza etmek isteyenler ile septisizmden nasibini almayıp eskiden cübbeli şimdiden itibaren transparan cübbeli hocalarının anlattıklarının mutlak doğruluğu ile dünyada ve ahirette mutluluğa ulaşacakların tavrı söz konusu olan.

Diğer cenahta ise cübbeliyi bir linç etme, ağız birliği etmişçesine tiye alma, muhabbetlere meze etme (ki ben de en çok edenlerdenim)  kaygısı. Laikçiler (laik savunucuları demiyorum çünkü kraldan çok kralcı olabileceklerin varlığını da burda yadsımak istemiyorum; laik dünya görüşü savunanları seküler ahlâk bilincine erişmiş kişiler altında sınıflandırmayı tercih ediyorum) ile seküler ahlâk savunucuları da daha çok bu kanadı oluşturuyor. En sağlam ofansif hamlelerde bu kanattan geliyor cübbelinin gardını kırabilecek. Peki neden cübbeliye bu kanattan bu kadar çok saldırı geliyor. Ekşisözlük yazarlarının "çok sevdiği!" malum kanaldaki program yapımcılarının bize ak sakallı dede tadında çıkartıp sempatikleştirmeye çalıştırdıkları  bu adamla alenen taşak geçilir oldu. Kamasutraya referans olarak girebilecek teknikler geliştiren Ali K. için "vay be adam çatır çatır götürmüş" denilirken kimse cübbeli için "vah be! cübbeli rus götürmüş." (varan 2 adlı kısımda ki ablamız muhtemelen Rus diye öngörüyorum) demiyor. Tavır daha çok "ehehehehe gördün mü la cübbelinin bamyayı bir de karının kıçı sıvazlıyor!" şeklinde oluyor. Olmak da zorunda çünkü kendi ekmeğine kendi taş koyan bir şarlatandan bahsediyoruz. Atalarımızın durumu açıklayan sözleri mevcut, senin durumuna en uygunu ise "ele verir talkını kendi yutar salkımı". Hal bu iken senle taşak geçmeyecekler de benle mi geçecekler.

Lisede bir hocamız vardı, ki kendisi din kültürü hocasıydı, cübbelinin durumunu bir de onun dilinden ifade edeyim. Kendisi haylazlık yaptıktan sonra arazi olup arandıklarında ortaya çıkmayanlar için:
Lan, yiyemiyeceğiniz yarrağı tutmayın
Derdi. Be hey cübbeli sen tuttun yapıştın bırakamıyorsun. Belli ki geçen yılın başında yediğin nanenin farkındasın bir de vaazlarında minareye kılıf biçiyorsun:
İlerde beni bitirmek için iftira edebilirler, montaj görüntüler ortaya çıkarabilirler. İnanırsanız hakkımı helal etmem.
Diyorsun. Bırak Allah'ını seversen, yapma cübbeli din kardeşiyiz. Kurulacak komploları! 9 ay öncesinden görür olmuşsun, ak sakallı rüyanda mı söyledi sana yoksa ak sakallı sen miydin ekranlardan garibanlara yutturulmaya çalışıldığı gibi.

İlerde ben de senin gibi celebrity olmak isterim cübbeli, filmim çıkarsa da hiç gocunmam çünkü ordan ekmek yemiyorum. En fazla ailem bana sırtını döner o da bir gün, ikinci gün affedeceklerdir. Ama senin gibilerin kaderi bu, sokakta göz göze geldiğiniz insanların gevrek gülüşmelerine muhatap olmaya bu riyakarlığınız ile mahkum olmuşsunuz. Bu saatten sonra bırak vaaz vermeyi azcık beyni olan müridin varsa, gökten cenneti yere indircem desen nafile!

Hadi bir çay koy gel de demli karşılıklı içelim, malum rakı içmek seni bozar!

Bir meslek olarak orospuluk ve Ebru sanatı (Part II)

Kahramanımız bütün argümanları biriktirmişti. Ebru' nun gömleğinden taşan dolgun göğüsleri, pahalı çantaları, ışıltılı ve gösterişli küpeleri vardı. Kendine çok fazla özen gösteriyordu. Arkadaşlarının onu dışlamasını çok içerliyordu. Onlardan intikam almak istiyordu. Kendine kötülük yapılsa bile suçluları kaybetmek istemiyor; kaybetse de nedensiz bir şekilde onları özlüyordu. Adeta tecavüzcüsüne alkış tutuyor; bir bakıma müşterisinden vizite ücreti almıyordu. Kahramanımız tüm bu semptomları internetle paylaştı. Hüzün ve nostalji kaplı bu hikayeye teknolojiyi alet edip klişelere modern bir tokat patlatıyordu.

Hastalığı teşhis etmişti. Ebru' da histeriyonik kişilik bozukluğu vardı. Bu kişiler küçüklüğünde ya aşırı ilgiye ya da aşırı ilgisizliğe maruz kalıyordu. Bu yüzden sürekli bir ilgi hastalığı içerisindeydiler. Bu tipler sürekli bakımlı ve abartılı bir şekilde çekici giyinmekteydiler. Dışlandıkları zaman ilgiyi üzerilerine çekebilmek adına hiç bir şeyden kaçınmazlardı. Cinsel cazibelerini kullanıp herkesin önünde bir insanı baştan çıkarmaktan bile... Böylelikle hem bütün ilgileri üzerilerine çekerler, hem de altın bilezik bir meslek edinirlerdi. Kendi ağzından duymak gerekirse "Eğer insanlar beni düşürmek istiyorlarsa, o zaman ben kendi kendime düşerim." demekti. Bu Ebru' nun ilk vukuatı değildi, son da olmayacaktı.

İşte kahramanımız hasta bir insanı sevdiği için hazan mevsimini yaşamaktaydı. Ebru' nun sikilmiş ecdadı onu hasta etmişti. O da şimdi çevresindeki sağlıklı insanlara saldırıyordu. Zehrini onlara akıtıyor, içten içe de eriyordu. İnfaza gerek kalmamıştı. Zaten Ebru ölüyordu. Hastalığını onunla paylaşmamak en büyük kıyımdı Ebru için. Yok oluş çok acılı ve uzun soluklu bir biçimde gerçekleşecekti.

Ebru son güvendiği insanı da kaybedince suya atladı. Boşlukta süzüle süzüle bir kuru yaprak olarak ikimizin arasına kondu. Bütün hayat enerjisini kaybetmişti. Son rüzgarın esmesini bekliyordu. Arkadaşımın anlattıkları midemi bulandırmıştı. O kuru yaprağı ellerimin arasına alıp ufaladım. Kırıntılarını toprağa döktüm ve onu sonsuzluğa uğurlarken son sözünü söyledim:

Ebru, suya yazılmasına rağmen kalıcı; ancak ardını gösterebilecek kadar değersiz ve silik.

Bir meslek olarak orospuluk ve Ebru sanatı (Part I)

Yağmur hafifçe çiseliyor; ömürlerine yenik düşen yapraklar dallarından ayrılıyordu. Mevsimle uyumlu ruh haliyle bir arkadaşım yanımda oturuyordu. Belli ki çok dertliydi. Kendini rahatlatmak için paylaşması gereken bir hikayesi vardı. Anlatmaya başladı. Hikayemizin aksamaması için esas karakterimizin ismini "Ebru" koyuyorum.

Ebru farklı etnik kökene sahip iki bireyin ilk çocuğuydu. Bu iki insan birbirlerine aşık olduklarını sanıp sürekli mektuplaşırlardı. Büyük bir aşirete sahip dedesi bu evliliğe karşı olduğu için annesi babasına kaçmıştı. Ebru bir aşk çocuğuydu ama öyle kalmayacaktı. Yeteri kadar yıpranan birliktelik babanın acizlikleriyle son buldu ve annemiz zengin birisini bulup bu evliliğe son verdi.

Hızlıca ileri saralım. Oğlan Ebru'dan hoşlanıyordu. Ancak, Ebru sadece bir saat kadar tanıdığı arkadaşımın en yakın arkadaşını ıssıza götürüp baştan çıkarmıştı. 3. kişi de bu duruma eyvallah demişti. Her şeyi öğrenen esas oğlan diğerlerinin infaz fermanını vermişti. Merak durmadan içini kemiriyor; Ebru' nun mesleki sırlarını öğrenmek için sabırsızlanıyordu.

Sırf bu yüzden Ebru'yla sahil kenarında buluştu. Bir banka oturdular. Oğlan aklından geçenleri sormaya başladı. Sorular esas olaya gelince kızımız her zayıf insanın yapacağı gibi kaçmaya çalıştı. Sütyenine kadar açtığı dolgun göğüsleri ve takıp takıştırdığı şık takılarıyla birlikte... Ama, yapamadı. Çünkü, şah damarına diş geçirse de her şeyini paylaştığı ve güvendiği tek insanı arkasında bırakamazdı. Dolgun kalçalara bile sahip olsa o "göt" Ebru' da malesef yoktu.

"Anlat!" dedi arkadaşım. Ona böyle fevri ve yıkıcı bir hareketi yaptıran nedenleri merak ediyordu. "Arkadaşlarım beni dışlıyor.", "İnsanlar bana kötülük yapsa da onları bağışlıyor ve sonrasında çok özlüyorum" dedi Ebru. Adeta saçmalıyordu. Bu nedenler Ebru'nun hiç tanımadığı insanları baştan çıkarmaya çalışmasını açıklamıyordu.

Sahil boyunca yürümeye başladılar. Ebru biraz arkasından takip ediyordu onu. Pezevengini takip eden hafif kadınları andırıyordu. Omuzları içine çökmüş, elindeki pahalı ve ışıltılı çantayla gömleğinden dışarı taşan dolgun göğüslerini topluyordu. Ebru biraz denizi seyretmek istedi. Sırtını ona döndü. "Sana çektirdiğim acılar için gerçekten çok üzgünüm!" dedi. Acizliğine bir cevap alamadı. Arkasını döndüğünde esas adam çoktan gitmişti.





6 Ocak 2011 Perşembe

Bayanlar Askere....

Geçen gördüm otobüste seni. Her zaman ki gibi metrobüsün en arka kapısındaki karşılıklı dörtlü koltuğun yola doğru kısmında cam kenarına oturmuştun. Makyajın her zaman ki gibi gene biraz aşırıya kaçmıştı. Otobüsteki her erkek dönüp bir kez bakıyordu, tabii ben de… Kimseye yüz vermiyordun. Klasın sarsılırdı yoksa. Ama biliyor musun? Herkes mastürbasyon malzemesi olarak bakarken sana, ben biraz tiksintiyle bakıyorum. Her daim yükseklerde olan burnunu alıp sürtesim geliyor yere.

25 yaşlarındasın. Nedir bu afra tafran? Sadece güzelsin veya kadınsın diye peşinde mi koşmam gerek. Nedir üstünlüğün benden? Üstün olabileceğini mi düşünüyorsun hem cinslerinden? Kadınlığını mı öne çıkardığını sanıyorsun? Tamamıyla aptalca. Küçük bir kız çocuğundan farkın yok senin. Birilerini beğendirme çabası uğranı boyalı palyaçolara benzemekle kadın olduğunu mu sanıyorsun? Veya havalı topuklularınla. Giydiğin elbise mi seni daha olgun gösteriyor. Kendini kandırıyorsun.

Burada sana bir önerim var. Seni de askere gönderelim. Değersizliğini vuralım yüzüne. Elbiselerin olmadan, makyaj çantan olmadan, pahalı süslerin olmadan da kadın hissedebilecek misin kendini? Verilen en saçma emirleri bile uygulamadığın zaman ceza yiyiverince bakalım üstün insan gibi hissedebilecek misin kendini? Kadınlığın bir zara, elbiselere, makyajlara, paraya bağlı olmadığını, tamamen davranış bütünlüğüyle ilgili olabileceğini anlayabilecek misin acaba? Kast sistemi kurmadan da insanlara yaklaşılabileceğini gösterelim sana. Görmezden geldiğin çevreyi gösterelim sana. İnsanların hepsine muhtaç olduğun kavrayabilecek misin? Veya yaşadığın hayatın kıymetini kibirle değil de anlayışla arttırabileceğini görebilecek misin?

Durağa da geldim şimdi. Bakıyorum yüzüne de, pek ihtimal vermiyorum. Soğuk bakan gözlerinde artık bir istek okunmuyor. Böyle gelmiş böyle gider diyor gibisin. Değiş artık. Biraz olumlu, biraz anlayışlı ol. Kadınlığını sergile biraz. Çocuk ruhunu kaybetme ama…

4 Ocak 2011 Salı

2011'de IMKB

Borsada Kasım sonu 72000'lerden başlayan düşüşle Ulusal 100 endeksi 2009 sonundan gelen trend desteği olan 62000'e kadar çekilmişti. Bu düşüşte yabancı satışı etkili olmuş, bu satış yıl sonu hesapların kapatılması olarak yorumlanmıştı (bknz, haftalık imkb grafiği).


Satış 3 hafta önce kesildi ve tepki yükselişi başladı, endeks bugün de %2,4 artarak 67600'lere kadar geldi. Yükselişte muhtemelen yeni yılda tekrar alıma geçen yabancı alışları etkili oldu.

İyi senaryoda: ~68500'lerde geçilirse Ocak ayında yeni zirve gelebilir. Bunu yıl sonu büyüme rakamının iyi gelmesiyle ve ülke notunun yatırım yapılabilir seviyeye çıkartılmasıyla destekleyebilirler. Daha sonra yaşanacak düzeltme ardından seçimlere doğru tekrar yükseliş başlayabilir.

Kötü senaryoda: Yabancılar daha satacaz derse, endeks daha fazla yükselemeden 68 binlerden tekrar satış yiyerek 60 binlere kadar çekilir, panik havası yaratılır. Daha sonra "aniden" gelen haberlerle tekrar yukarı alırlar. 60 bin - 55 bin altı pek olası gözükmüyor.

Hisse olarak ekgyo'ya dikkat derim. Bugün yüksek hacimle %5,5 artan hisseye yüksek yabancı ilgisi var. Bu sene halka arz olan hisseye toki (hükümet) prestij gözüyle bakıyor, muhtemelen yatırımcıyı kaçırmamak için bu sene temettü de verecek. Yaza kadar 3'leri görmesi pek muhtemel.

Yeni yılda yatırımcılara sağlıklı ve bol paralı bir yıl dilerim. Manevi hayatta ise yönünüzü kaybettiğinizde blog'umuzdaki diğer yazılar size yol gösterecek, tünelin ucundaki ışık olacaktır.

Saygılarımla.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Vuruşa Gel

Bastırılmış cinsellik insanların hayatında akla gelmeyen şekillerde davranışsal bozukluklar olarak gün yüzüne çıkar. Su dolu bir balonun sıktırılınca kenarlarından pörtlemesi misali, temel yapıyı bozucu etkileri olur. Bunun en bilinen ve tiksindirici örneği ise tecavüzdür. Ama burada dikkatten kaçan şey tecavüzün cinsel bir eylem değil, şiddet eylemi olduğudur. Bastırılan cinsel duygular hayvani bir şekilde gün yüzüne çıkar ve karşı cinsi parçalama amacıyla saldırıya dönüşür.

Toplumumuzda cinsellikle ilgili her gündem sarsıcı olay bastırılmış cinsellik başlığı altında medya tarafından günlerce işlenir. Son olarak Elif Şafak Urucu’nun başrol oynadığı sanatsal içerikli ve not odaklı porno film sonrasında medyamızda genel bir hareketlenme oldu. Bu konunun popülaritesi akşam haberleri sonrasında artacak ve tahmini olarak bir kaç hafta konunun uzmanları tarafından tartışılacak. Bazı cıvık medya fareleri ise işin içine Şahin K.’yı da katarak işin suyunu çıkaracaklar.

Bu işin mimarlarının amacı belki sadece biraz yaratıcı olmaktı, belki sadece dersi geçmekti. Zaten projenin D notuyla geçtiği söyleniyor(D olsun bizim olsun). Belki bilerek belki bilmeyerek ülkedeki bastırılmış cinsellik insanlarımızda başka bir reaksiyon gösterdi. Hadi tecavüzü biliyoruz, anlayamıyoruz ama biliyoruz. Cinsel açlığın çeneye vurmasına zaten aşinayız. Bu sefer bambaşka birşey oldu. Bu sefer insanlar düşünüyorlar. Tabu olan pornoyu sadece taşak muhabbeti yapılan ülkenin en ciddi kanalında bile Şahin K. kadar yansıyan porno, şimdi akademik düzeyde tartışılacak. Umarsızca internetten indirilen, Liseli Serap’ın espiri konusu olduğu ülkemde porno şimdi öğretim görevlilerinin önünde. Vatandaştan sinirlenen var. İşin içine ana bacı katan var. Düne kadar "Jenna Jameson ohhhşşşşşş" diye ağzının suyunu akıtanlar, Elif Şafak Urucu için “dikkat etsin ama o kız” diye yorum getiriyor.

Hem benim anlamadığım başka bir nokta daha var bu konuda. Şükran Moral, canlı olarak lezbiyen bir performans sundu Moral Activities adında. O zaman bu kadar gündeme yaratmamıştı. Sanırım ülkemizde girl to girl action daha o kadar popüler değil.

2 Ocak 2011 Pazar

Kilink Yusuf


Yıllardır Marmara Adası’nın Çınarlı Köyü aile tatillerimizin sahil köyü kontenjanından vazgeçilmez adresidir. İstanbul’a yakın olmasına karşın yıllardır teknolojiye direnen bakir yapısı arada artan kat sayıları ile beton binalarla biraz zedelense de köy ahalisinin her yaz birbirlerini ve yazlıkçı dostlarını “nerelerde kaldın ya hu” diye soran gözlerle araması sıcaklığın kaybolmasına fırsat vermemektedir.

Köy ahalisi bazen yabanidir. Özellikle köy çocukları ile her yaz İstanbul’dan gelen kentli ailelerin çocukları arasındaki farklılıklardan dolayı çekişmeler olur; öte yandan denizde yüzüp ağaçlar altında yapılan maçlarda aralarında çok da fark olmadığı da anlaşılır. Özgüveni, kentli veletlerden kat be kat yüksek insanlar olacaklardır. Kavruk tenlerinin altında hayatı içlerinde sindirmiş daha çok sahip olmakla değil daha geniş bir gönül gözüyle hayatı izleyen rutin hayatlarında eskimeyen yüzlerin sahipleridir. Köyün büyükleri de onlardan çok farklı değildir. Hayattan alacaklı olmayan, talepkar olmayan insanlardır. Tek farkları, yazın onların misafirleri olarak karşıladıkları kent göçebelerine karşı ufaklıklarından daha önyargısız yaklaşmalarıdır. Genellikle çekişmeleri kendi içlerinde yaşarlar, misafirlerine karşı ise daima naziklerdir. Yaz kış köyde yaşayanlar olmakla birlikte hayat gailesi çerçevesinde toprağını terk edip kentte şansını deneyen bizler gibi sadece yazın köylerine uğrayanları da kalmıştır. Bugünün konusu olan Kilink Yusuf ise kapılarını dünyaya kapatan cenahtan bizlere arz-ı endam etmektedir.

Kilink Yusuf hayatı fazla ciddiye alanların nezdinde "deli" diye adlandırabileceğimiz kesimdendir. Düzenli bir işi bırak, düzenli bir hayatı bile yoktur öyle ki yemek saatleri acıkmasından ziyade yiyecek bir şey bulabilmesine odaklıdır. İyi hoş, yemekten ziyade kendisi alkolle yaşamaktadır. Her daim kafası güzeldir yani. Senin benim önemsediğimiz hiçbir şey onun için önemli değildir. Anasına kızıp eski ahşap evlerini yakmışlığı bile vardır. Dürtüleriyle yaşar statükoları yoktur. 7 yaşındakilere sevgi 70 yaşındakilere saygı göstermeye çalışmaz. 7’den 70’e herkes anlık dostlarıdır. Hele ki bir dal sigara bir bira ikram edersen can dostu olursun.

Kentli bizler hayatına girip çıkıp göz kırparken ya da köyündeki komşuları toprağını bırakıp giderken, o hep diğerlerinden, köyünün dışında olup bitenden bihaber kalmayı tercih etmiştir. Bildim bileli moda, güzel kadınlar, 3 oda 1 salon ev, kalorifer, kombi, janti bir takım elbise, faturalar, ev eşyaları hayatında ve hayallerinde yer almamıştır. Hakkını yemeyelim bir tek yazları kelini güneşten sakınan bandanasını eksik etmez ama onda da moda aramaz; güneşten rengi atmış bir t-shirt yeter de artar kafasını sarmaya.

Makaradır hayatı. Saracak birini bulur etrafında, sana sardığında meczup der geçersin, ama bir dal marlboronu kulak arkası yaptığında “vay çakal” nidası geçer içinden, küçük hesapların adamıdır vesselam. Hayatı günübirlik yaşar. Bir şişe biraya memleketi de satabilir tıpkı kızıp evini yaktığı gibi.

Kilink Yusuf sahilde: bu pozu verirken ben de yanda kumsala uzanmış dönen geyikleri kesiyordum.

Bizlerin meczup diye hakir gördüğü, sıcak yaz akşamlarının bira eşliğinde mezesi olan bu adam aslında çoğu filozofun, modern hayatın üstümüzdeki negatif etkileri hakkında ahkam kesen bizlerin yapamadığını hayat biçimi haline getirmiştir. Bizi esir alan korkularımız onun hayatında yoktur tıpkı hayallerinde olmadığı gibi. IKEA tasarımcıları gibi çakma minimalist değildir, hayat deneyimleri çerçevesinde belki hiç kimsenin olmadığı kadar kendinin de farkında olmadığı gibi minimalisttir. Makro düzeyde devleti, siyasi otoriteyi karşısına alacak kadar anarşist değildir ama doğanın ona bahşettiği kadar, ancak anasının otoritesine kızıp kendi evini yakacak kadar mikro anarşisttir. Pahalı arabalarda gezip çok kazanıp karılı kızlı alemlerde çatır çatır para ezen televizyonlarda gördüğümüz modern playboylardan değildir ama baktığında bir dal sigaraya bir şişe biraya sefa pezevenkliğinin kitabına yazdıklarını o playboylara da okutturabilecek enginliktedir.

Çoluğunu çocuğunun nafakasını bahane ederek, bilerek, isteyerek özünü, doğasını terkedenlere inat doğanın verdikleriyle yetinir. Üremek soyunu sopunu devam ettirebilmek gibi bir iddası yoktur. Olsaydı da çocuğu da küçük bir “kilink” olurdu herhalde. Oku adam ol çok para kazan demezdi takıl kafana göre derdi.

Velhasıl kelam onun bizim gibi “bağımlılıkları” yok. Onu yaşama tutunmasını sağlayan katıksız yaşama arzusudur. Tüm yapay isteklerden arınmış. İş, para, makam, refah, eş, dost, çoluk, çocuk... Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’da bahsettiği insanlarınki gibi yaşamında herhangi bir “tutamağı” yoktur. O zaman hala kendi yaşam yolunda nasıl devam ettiği benim için cevaplaması en zor sorudur. Yazın yanına gidip sorunca etrafımızdaki “normal insanlar” gibi cevap vereceğini bilsem hiç beklemem sorarım ama en fazla cevap vercem diyip bir biraya beni kafaya almasıyla kalırım, kendisine de o yakışır.

Kilink lakabı nerden geliyor derseniz zamanın önde gelen çizgi roman kahramanlarından “killing” in Türk versiyonu olan “kilink”ten almıştır, iskeletimsi fiziği insanların ona bu lakabı takmasına neden olmuştur. Bana göreyse fotoğraftaki tutumu her şeyi açıklar nitelikte, kilinki ona yakıştırmak yerine ancak yeni bir çizgi roman karakteri yusuftan ilham alabilir.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Işık İnsanlar

Dibe batmış bir şekilde, sıkıntı içinde ıssız kaldırımlarda yürürken karşılaşırız ışık insanlarla. Tanrının ışık insanları normal insanların sıkıntılarının avuntusu olarak gönderdiğini düşünmüşümdür hep. Ama yanılmışım. Işık insanlar zayıf, içinde her daim kötülük barındıran bencil insanlardan daha sağlıklıdırlar. Bu yüzden ışık insanlar aciz zihinlerimizin acıma ve avunma malzemesi olarak kullanılmamalıdır.

Bir teorim var. Tanrı normal insanı gübahsız ve tertemiz bir şekilde yer yüzüne indirmiştir. Ceninin ergeni bebek ilk günahla karşılaşıp ağlamaya başlar. Sonrasında zaman geçtikçe ruh bedene sığmaz ve normal insan bedenini alkol, sigara ve diğer keyif verici maddelerle kirletmeye başlar. Ömrünün sonlarına doğru da edindiği bütün kibir ve kötü hayat tecrübeleriyle çürür gider.

Ancak, ışık insanlar tanrının en sevdiği, en değer verdiği kullarıdır. Onlar bütün acıları çekmiş olarak doğarlar. Büyüdükçe eksilen ve acı çeken insanın aksine onlar eksik olarak doğarlar ve bu hayatın ızdırabından uzak durarak mutlu bir şekilde yaşar ve en sonunda terk-i diyar ederler. Işık insanın hayat suyu acıdır. Baştan acıyla beslenen beden artık bütün darbelere dayanıklıdır. Onlara baktığınızda yüzlerindeki hiç eksilmeyen tebessümü görüp ışık insanlara imrenmelisiniz.

Geçenlerde bir otobüs durağından beklerken onu gördüm. O bir ışık insandı. Kalabalık trafikte kırmızı ışığı bekliyordu. Trafik ışıkta durunca da elindeki torbadan mendil satmaya çalışıyordu insanlara. Saçları kısa kesilmişti. Kızıla boyanmıştı. Yüzü nurdan bembeyaz ve tertemizdi. Normal insanları ışığıyla rahatsız etmemek için güneş gözlüğü kullanıyordu. Yanına gittim. Elindeki bütün kağıt mendilleri almak istedim. Ama, o beni reddetti. Çünkü, amacı para kazanmak değil; işlemek ve bütün insanlığı onlara hissettirmeden ışığıyla aydınlatmaktı.

Işık insanlara artık farklı gözlerle bakmalıyız. Onların aksine esas bizler acınacak haldeyiz. Her daim yalpalayarak, kanayarak ve hata yaparak ayakta kalmaya çalışıyoruz. Işık insanların aksine esas merhamete ihtiyaç duyan bizleriz. Işık insanlar gönülleri ve merhametleriyle bizleri aydınlatıp yaralarımızı dindirecekler.