Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bundandır böyle dibe vuruşumuz!

8 yaşındaydım. Yine sınıftan atılmıştım. Bu sayamadığım kaçıncı sınıftan atılmaydı? Ne yapabilirdim ki? Hocanın her soruya kaldırdığı öğrenci mal gibi cevabı düşünürken ben ayağa kalkıp yapıştırıyordum cevabı. Aynı hızla da kendimi dışarıda buluyordum.

Öğretmenlerin kocalarına/karılarına, maaşlarının azlığına hiddetlenip biz yaramaz sabileri en az gün aşırı cetvelle kevgire çevirdikleri yıllardı. Büyüklerimiz bizleri eğitim sisteminin güvenli kollarına etlerimiz ve kemiklerimizle emanet etmişlerdi. Çok hızlıydık o zamanlar. O yaşta bile güce tapan akran kızlar okul çıkışlarında ellerimizden tutup evlerimize kadar eşlik ederlerdi biz çalışkan çocuklara.

Orta okula gittik sonra. Erkeklerin tosbirle, kızların da orkitle tanıştıkları zamanlar. Erken ergen kızlarımız gerine gerine ders ortasında hocalarından izin alıp tuvalete giderler; döndüklerinde ise sıra arkadaşlarına “yok henüz gelmemiş” anlamına gelen kaş kaldırma hareketini yapardı gururla. Bir arkadaşım iki elinin ayasını dikey konumda birleştirip üstte kalan 4 parmağıyla diğer elinin dış yüzeyine vururdu aynı bir maymun gibi. Kimisi de nedensiz yere “yeeeeeğğğğğğğyyyyyyyyyyy” diye bağırır; evrim basamaklarınından üçer beşer aşağıya yuvarlanırdı.

Lisede kandırıldığımı anladım. Güç bela bilim adamı olacağız diye girdiğim lise, iki senede bütün öss müfredatını verip adeta suyumuzu çıkartıyordu. Mide kıramplarını içerisinde sınav salonlarına toplanıyor ve hayatımızda ilk kez huzursuz bağırsak sendromuyla tanışıyorduk. Lisedeki istismar üniversitede yan gelip yatmamı sağladı. Zira, türev ve integrali peynir ekmek gibi alıyordum. Memur zihniyetli hocalarımız sayesinde bomboş bir dört sene geçirdim. Süreci burada keselim devamını bedelleriyle birlikte sizlerle paylaşacağıma söz veriyorum.

Bu bizim eğitim sistemimizdi işte. O kadar yalanlarla doluydu ki bizlere öğretilen Newton’ un yer çekimi kanunu artık iflas etmiş durumda. Hepimiz sanki yer çekiminin olmadığı bir ortamdayız. Herkes büyük bir boşluğun içerisinde süzülmekte. Yaşadığı iç sıkıntısına bir çözüm getirmeyi bırakın; onun nedenini bile bilmemekte.

O maymun var ya şimdi avukat oldu. Türlü çeşitli şebekliklerle insanların haklarını arayacak. Aileden fakir ya da para düşkünü insanlar tıp fakültesine gittiler. Altı sene çektikleri zulümlere bilenerek sizleri parçalara ayırıp paraya çevirmek için sabırsızlanmaktalar. Neden sevdiklerinizi sağlık sistemine kaptırdığınızı hiç düşündünüz mü? Ya da binlerce öğretmenin atama beklediği bir ülkede hala öğretmenlik yazan salakları? Bu kadar mantık hatasına sahip insanlar kutsal meslek idealizmini öldüren sorumluları sorgulayabilirler mi?

Bir ülkede eğitime verilen önemi ölçmek istiyorsanız, toplumun el üstünde tutuğu insanlara bakın. Toplumumuz anaokul terk, dilimizi tam olarak bilmeyen, kıvırtan küçük çocuklara fahişe gözüyle bakan, şöhret düşkünü gencecik kızları soğuk odalarda şişme bebek misali patlatan insanları sırtında taşıyor. Onları kendilerinden geçercesine alkışlıyor. Pantolonlarının ceplerini açıp bütün paralarını o dipsiz kuyuların içerisine akıtıyor. Sonra, bu seneki selebiriti (celebrity) güven anketine bakın. Birinci çakma mafya, dördüncü kadırgalı, beşinci borsa manipülatörü. Mideniz bulanmadıysa orta parmağınızı gırtlağınıza daldırıp endeksten bozma kağıt parçasının üzerine kusun.

Buyrun budur işte sizin mükemmel eseriniz.

21 Kasım 2010 Pazar

Düşünce Kurbanı

Selamlar. Bu bayram sert bir yazı planlamıştım. Ancak, yaşlılarınızın buruşuk ve titrek ellerinden öperken tiksinmeyesiniz diye erteliyorum. İlerleyen zamanda bayramdan arındırılmış bir şekilde konuyu işleyeceğim. Bugün bayram boyunca gözlemlerim sonucunda oluşan ve aklımdan geçen birkaç aykırı düşünceyi huzurlarınızda kurban etmek istiyorum.

Adalardaki nostaljik fayton turu yasaklansın. Bayramın ilk günlerinde ailecek adalara gittik. Adalarda faytonculuk beşik ulemalığı gibidir. Babadan oğula geçer. Nedense bütün faytoncular Vanlı’ dır. Neyse, faytonların önünde büyük bir kuyruk oluşmuştu. Biz öncelikle yürümeye karar verdik. Sonrasında üşengeç bünyeler fikir değiştirip kendilerini faytonun içerisinde buldular. Eğer yakınlarınızın ya da sevgili çiftlerin faytonla çekilmiş romantik fotoğrafları varsa hepsini yırtıp atın. Çünkü, adalarda faytonlar bok kokuyor. Turumuz boyunca burnuma sürekli atın bok kokusu geldi. Arada sırada da değişik kesif kokular burnuma çalındı. Çünkü romantizme bulanmış atımız mütemadiyen osurmaktaydı. Faytoncu da adanın tarihinden çok magazinel bilgiler veriyordu. Filanca ev 10 yıl önce Nükhet Duru tarafından satılmıştı. Falanca yalı da çemberimde gül oya dizisi çekilmişti. Turumuzun sonlarına doğru masonik bir evle karşılaştım. Evin üçüncü gözü çıkmıştı. Bu gözü fotoğraflamak için faytonu durdurdum. Birkaç fotoğraf çektim. Döndüğümde yerde bir ıslaklık gördüm. Öncelikle atın benzinle çalıştığını düşündüm; ama yanılmıştım: At işemişti. Özün özü dışarıdan süper romantik gözüken fayton turu at boku ve at sidiğinden yani atların boşaltım sisteminden başka birşey değildir. Kati surette yasaklanmalıdır.

Bütün tatiller birleştirilsin. 10 gündür İstanbul mükemmel bir halde. Yollar bomboş. Çevreye bir dinginlik hakim. Herşey kısa süreliğine uykuya yatmış gibi. Şehir adeta terkedilmiş. Ama malesef bu iki gün sonra bitiyor. Şehir tekrar cadı kazanı haline gelecek. Bu yüzden bence ülkemizde kurbanıyla ramazanıyla ulusal bayramlarıyla işçi bayramıyla ne kadar bayram varsa hepsi birleştirilsin. Herkes memleketine siktirsin gitsin ve uzunca bir süre bu ahengi hep birlikte yaşayalım. Hem böylelikle tatillerle ilgili boş gündemleri bir çırpıda işleyip bir kenara bırakalım. Somut gündemlerle devam edelim. Mesela 1 ay içerisinde işçi bayramında emekçilerimiz dayağını yesin; anguslar 10 km yolu 10 saniyenin altında kat edip birkaç kasabı katletsin; türban ile ilgili resepsiyon krizleri olsun; zafer bayramında askerle anti-militaristler biribiriyle sataşsın. Bu ve bunun gibi saçmalıkları bir çırpıda yaşayalım. Bu argümanlarla tatilleri birleştirmekten daha iyi bir çözüm göremiyorum.

Ağaç insanlar evrilsin. Bugün Belgrad ormanlarındaydım. Ağaçlar, yer yer ortaya çıkan göletler ve daha bir çok doğa bileşeni mükemmel bir harmoni içerisindeydi. Yürüyüş parkurunda ormanı baştan sona gezip damarlarımda mevcut olan asil kanı temiz havayla harmanladım. Bir yakınım “eğer bu araziyi sana verseler ne yapardın?” diye sordu. Hiç birşey yapmazdım. Zaten, hücreden evrilen insan, doğamız insanlığı kurtarabilecekken aşırı düzeyde üreyip onun ırzına geçmişti. Daha fazla doğaya zarar veremezdim. Boşluktan evrilmiş insan modern toplumda tekrar boşluğa düştü. Açıkçası, dünyanın büyük bir çoğunluğu mal gibi yaşıyor. Değer katmayı bırakın düşünmekten aciz. Duyarlılığı olmayan insan esas kurtarıcısına ihanet ediyor. Onu kendi elleriyle boğuyor. Bu yüzden evrimin bir üst basamağında ağaç insanlar oluşmalı. Nasıl ki yapraklara erişemeyen zürafalar defolup gitti; bilinç yoksunu insanlar da odun gibi boş duvarları izleyeceğine ağaç insana evrilmeliler. En azından fotosentez yapıp oksijen oranın arttırırlar. Yeşillik yapıp zihnimizi açarlar. Sıçıp sifonu çekeceklerine karbon döngüsüne yardımcı olurlar. Tabi becerebilirlerse...

Serbestçe düşündüklerim bunlar. Geriye dönüp baktığımda uzun zamandır böyle güzel bir bayram tatili geçirmemiştim. İnşallah sizin de bayramınız benimki gibi iyi geçmiştir. Saygılar...