Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

3 Ekim 2010 Pazar

Etten kemikten...

Gecenin bir yarısı… Karşımda boş bir sayfa… Günün bütün nefretini kusmam için beni beklemiş. Şimdi nefret etme zamanı. Ama kendimizden…

Nefret. Kötü bir kelime. Çok kullandığımız, beğenmemeyi en uç belirtme durumu. Hayatımızın etrafını sarmış, kendi küçücük bedenlerimizi doldurmakla yetinmeyip, çevremize saldığımız bir duygu. Onunla doğmuyoruz aslında ama yavaş yavaş o kancık zehrini akıtıyor. Kolay kanıyoruz bu sıcak içkiye, dolduruyoruz bedenlerimizi. İyi ve kötü sınırları çiziyoruz kendimize nefretin akıttığı zehirle yapılan. Sonra başlıyoruz ayırmaya. “Sen x müziği dinliyorsun, ben ondan nefret ederim” , “Ay, X kişisi bak Y’liymiş, Y’liler kötü olur.” vs. söyleniyoruz. Çok bir şey sanıp kendimizi başkalarını yadırgıyoruz. Nefretle yoğrulmuşuz çünkü. Nefret etmeden yapamıyoruz, çünkü saplantılıyız, bağımlıyız nefret etmeye. Belki körüz, iyi ve kötünün sınırlarının bulanık birer halüsinasyon olduğunu göremiyoruz. Belki de gözlerimizi bilerek kapıyoruz, nefret tohumunun tatlı şerbetini yudumlamak daha kolay geliyor bize. Ama devam ediyoruz. Saçmaladığımızın bile farkında değiliz. Kendi kalıplarımız tarafından sıkıştırılmışız. Bazı ideolojilerin saplantılı fikirlerini kendimize kılavuz etmiş, kendi kaderini çizmekten korkan insanlar haline gelmişiz. Kendi nefretimiz tarafından itilip hor görülmüşüz.

Bu durumu sadece içselleştirmiyoruz aslında, dışa da vuruyoruz, nefretimizle insanları sınıflandırıyoruz. Dinci, ateist, hippi, duyarsız, apaçi vb… Kardeşim, görün artık… Bütün duygularımız haricinde, hepimiz ama hepimiz etten kemikten oluşmuşuz ve benzeriz. O yüzden, birbirimize temelde bu kadar benziyorken niye bu kadar nefretle ayırdık benliklerimizi? Niye bu kadar ayrımcılık? Niye uyum sağlayamıyoruz? Birliktelikten kuvvet doğar lafını öğreten annelerimizin sözlerini ne kadar dinliyoruz acaba? Yoksa çok mu duyarsız olduk? Çok mu kolay oldu nefret etmek, birilerine kucak açmayı denemek yerine? Kişiliğimizi çürütmek daha mı kolay, yüceltmekten? Bu kadar soru soruyorum ama cevabı çok belirsiz, biliyorum. Ama yine de yüreğimin derinlerinde bir umut sürüyor. Nefretimizin bize hakim olmadığı bir geleceğe dair umudumun… Ha başka bir şey yapmıyor muyum? Yapıyorum. Serbest düşünüyorum. Daha fazlasını da yapmak gerek ama bir yerden başlamak gerek.

Banko Hayatlar

Pazar sabahı, yine eski alışkanlıklarım beni dürtüklüyor.

Sıkıntıdan olduğunu düşündüğüm bahis yapma arzum depreşti. İddaa sitesini açıp programa bakmamla kapatmam arasındaki süre iki dakikayı geçmedi. Bunca yılın veteranıyız, çok yollardan geçtik, çok ümitler besledik, bırakın yasal bahisi Türkiye'de internet siteleri bilinmezken Haber Özel baskınlarının yapıldığı mekanlarıdı bizim etüd merkezlerimiz; bunca zaman sonra öğrendik en nihayetinde kumarın altın kuralı "masa kazanır"ı. Sanmayın ki ultra bitirim, cebinden paralar fışkıran mahalle piçleri adamlardık. Sigara içmez alkol de neymiş diyen ineklerdik, iyi aile çocuklarıydık. Sigaraya bile 21 yaşında üniveriste 3 te başlamış adam neden bahise hem de yeraltında en pislik yerlerdekine hayata daha başlamadığı yıllarda sarabilirdi ki? Olayın para kazanma mevzusu olmadığını anlamam biraz uzun sürdü çünkü her kumarbaz gibi ben de kazandığım üç beş kuruşu elbette daha fazlası için masaya koymaktan kendimi alamayacaktım. Aldığı paraları üste başa harcamak, karıya kıza yedirmek alemlerde coşmak gibi planlar yapmak kumarbazın rüyası değildi, onun rüyası en yüksek en riskli oranları yakalamaktı.

Gel zaman git zaman, o deliler gibi bülten kovaladığım günler eskilerde kaldı. Şimdi bakıyorum da senede bir ya oynuyorum ya oynamıyorum. Keyif de almıyorum eskisi gibi. Artık o günlerin kendi kendime izahının peşindeyim. Neydi alıp veremediğim ne işim vardı... Oynadığımız dönemler hayata at gözlükleri ile baktığımız yıllarmış. Determinizmin doruğa çıktığı yıllar, çok ders çalış hayattan aslan payını sen kap... Adam ol, hayatını kazan. Önce kendini sonra aileni sonra da memleketini kurtar. Kısır döngünün içindeki bünyeler. Ev - okul - dershane (arada play station cafe) ekseninde dakikası dakikasına belirli hayat planlaması ve yedi sene boyunca lise bozuntusu devlet kurumları tarafından kalıplaştırılmış zihinlerimiz. Risk yok, hayatını değiştirebilme çabası yok. Verilene razı olma ve şükür yılları. Öğreti içe işlemiş. Ancak bilinçaltı dürtüklüyor içerden içerden seni "böyle olmaz, bir şeyler yap!" diye. O dönemin tepkisiymiş tüm bu olanlar. Buralardan uzaklaşmayı ancak farkındalıklar sağlıyor. Bahis oynamak yerine onun yerini alacak asıl davranışların peşine düşüyorsunuz.



Peki ya diğerleri. Hala bugün kumar ya da bahis oynayanlar. Onlar hayatlarının kısır döngüsüne sıkışmış bulandıkları boktan kurtulamayacak olanlar. Kendileri için gösteremedikleri cesareti, alamadıkları riskleri bahis kuponlarından, poker masalarından çıkaranlar. Asgari ücretli ya da beyaz yaka fark etmiyor. Kısır döngülerine, korkaklıklarına hapsoldukları yerde kısılıp kalıyorlar. Herkes daha fazla mutluluk ve yaşamda tatmin için risk alması gerektiğini biliyor. Statüko ancak bizim gibi az da olsa kayedecek bir şeyi olanların elini kolunu bağlamaktan başka bir şeye yaramıyor. Güzel bir kızla mutlu bir birliktelik için onun peşini kovalayıp, teklifi yapmak isteyen, iş yerinde tüm işi yapıp dışarda bir sürü işsiz güçsüz var diye patronundan zam istemeyi erteleyen, arkadaşlarım ne der diye eşcinselliğini gizli gizli yaşayan ve niceleri, kaybedecekleri gururları, işleri, haysiyetleri için kendileri ile çelişmekte beis görmüyorlar. Kendilerini daha mutlu yapacak hamleleri yapamadıkları için koşturuyorlar kumar masalarına bahis kuponlarına.

Hayatlarına ilişkin alamadıkları tüm riskin bedelini paralarıyla ödüyorlar.

Haliç' te Yaşayan Simpsonlar

Hayatımın üçte biri otobüs yolculuklarında geçiyor. Ben de bu şehrin renksiz binalarına bakacağıma vaktimi kitaplarla harcıyorum. Kanunlaşmıştır ki bu ülkede kitapların bir çoğu isimleri ilgi çekici olduğu için çok satanlar listesine girmiştir. Yani ilginç bir isim bulursanız, boş sayfaların arasına sıçsanız bile ilgiyle karşılanır. Bunun en güzel örneği ferrarisini satan bilgedir. Yok satmıştır; ancak kitabın içeriği diğer kişisel gelişim kitaplarından farksızdır. Haliç' te yaşayan simonlar da ilginç bir isme sahip. Yazar bokun içinde yaşayan ve buna kayıtsız kalan hatta bunu içselleştirmiş insanlardan esinlenerek bok kokan Haliç'i metafor olarak kulanmış.

Geçen gün yine otobüse bindim. Burnuma her zamanki gibi "uzun süre bekletilmiş kirli çamaşırın rutubet kokusu" doldu. Çünkü bu ülkenin insanlarının çoğu kokar. Bu sanatçılar tarafından birçok kez reklam malzemesi olarak kullanılmış ve fiyatlarının belli bir yüzdeyle artmasına sebep olmuştur. Bu konu yıllardır tartışılıyor. Bu soruna nedenler yazılıp çiziliyor. Uzun süredir neden koktuğumuz sosyologlar tarafından sorgulanıyor. Ancak tuttuğum mükemmel istatistiksel analizler insanımızın çoğunun koktuğunu gösteriyor. Terle ve bokla sıvanmış yaşamlar...

Otobüsün orta kapısına kadar geldim. Hala bu konu aklımda. İşin içinden çıkamıyorum. Hatta o kadar dalmışım ki artık sidik kokularını algılamıyor burnum. Neden kokuyoruz? Bunu ekonomik sıkıntılar, gelir seviyesinin düşüklüğü, açlık sınırı gibi saçmalıklarla açıklayan mükemmel zekalara sahip insanlar neden bu leş gibi kokan insanların sürekli telefon yenilediklerini ve yolda yürürken bile son model sigaralarını tüttürdüklerini bana açıklayamazlar. Masumca ve musluklardan oluk oluk akan, gökyüzünde rahmet olup yağan, bir dal sigarandan kesinlikle ucuz olan suyun, ziftle kaplı bedenlere temas edememesi ancak hayvansal içgüdülerle açıklanabilir. Bu içgüdüler gencecik çocuklara tecavüz eder, insan bedenini parçalara ayırır, her türlü pisliği yaptıktan sonra ahlak satar, baştan aşağı tüketme manyaklığına batmıştır.

Peki ben kimim? Biz kimiz? Bizler Haliç' te yaşayan simpsonlardaki Lisa' yız. Bütün gün bira tüketen, işten kaytaran, ailesini hiçe sayan, boş beleş yaşayan, geğiren, futbol ve sexten başka birşeyi düşünemeyen bir baba (Homer); saçları bakımsızlıktan katılaşmış, yemek tariflerinden ve reality programlarından başka birşey bilmeyen, herşeyi kötüye yoran, geleceği doğurduğu az üç çocuğunda arayan bir anne (Marge); hayatı piçlik üzerine kurulu, tek satır yazı okumamış, okulu iddaa bayilerinde asan, up-sikört ve tosbir hayranı bir kardeş (Bart)... Bizler ise kitaplara ve düşüncelere gömülmüş, akranlarıyla kot farkı olduğu için doğru düzgün muhattap olamayan, esnaf ağzından nasibini almamış Lisalarız.

Artık daha fazla dayanamayacağım. Bu otobüsten inmem gerek...

Kaptan aç orta kapıyı, siktirtme ananın amını!