Phases of Thought

Phases of Thought
Phases of Thought

19 Kasım 2010 Cuma

İnsanın Ölüme Karşı Duruşu

Trader üstad "insan ne için yaşar?" diye sormuş, bu yazıda ise ele alacağım konu cevap mahiyetinde olmasa da ek olarak değerlendirilebilecek, bütünler nitelikte olacaktır.

Günlerden cuma. Kurban Bayramı'nın son günü. Hava güneşli, insanlara pozitif enerji yüklüyor. Bense yine her zamanki depresif, negatif ruh hallerimden birindeyim. Sabah yataktan kalkar kalkmaz "yine aynı imgelemi" sadece değişik bir gün adıyla yaşadım. Huzursuzluk ve içimdeki güçsüzlük saatin de müsait olması sebebiyle ani bir kararla cuma namazı için mahalle camiine yöneltti beni.

Etraf kalabalık. Bayram sessizliği devam ediyor. İnsanlar huşu içerisinde, "mutlak" suretle kabul ettiklerinin peşinden sorgulamaksızın mutluluğu yakalayacakları yolun izindeler. Bense kendimi telkin ve teskin edebilme çabası içerisinde geldim avluya.

Sessizlik ve yoğunlaşma. Bu seferki güneşli hava mekanın da camii avlusu olması sebebiyle, bana 17 Aralık 1999'da Sarıyer Camii'si avlusundaki öğle namazını müteakiben babamın cenaze namazındaki güneşli havayı hatırlattı. Güneşin gölgesinde ölüm soğukluğunu hissettiriverdi.

Vaazdayız. Etrafında dönüp dolaşılan temalar hep aynı, yeni bir şeyler öğretmekten çok sürekli telkin ile insanlarda içselleştirme çabası aşikar. Ben aradığım telkin ve teskini bulmuş gibiyim. Vaizin haricindeki kitlesel sessizlik hareketi içerisinde payıma düşeni aldım. Sabah kalktığımdaki zihin bulanıklığı yerini üzerimdeki bulutsuz mavi gökyüzü gibi iç açıcı berraklığa bırakıyor. Kısa soluk alış-veriş düzenim daha derin ve yatıştırıcı düzene girdi.

Hutbede "ölüme" değinmeden geçmek olmaz. Bunu kinaye içeren eleştirel bakış açısından ziyade insanın hergün aklında yaşaması açısından olumlu bir söylem olarak görüyorum. Din ve felsefenin ortak olarak kafa patlattığı bir konuda insanlar odak noktaları ölüm olmadan yaşamaya devam ediyorlar.

Namaz bitti. Ölüm kavramı yine zihnimde dört dönüyor. Dinen ölüm yeni bir başlangıç, sınavın bitişi ilan ediliyor ve tüm koca bir ömrü bunun hakikaten sınavın bitişinin alâmeti olarak kabul etmemiz isteniyor. Öte yandan varoluşçu filozoflar ise ölüm gerçeği karşısında dünyaya "atılan", önce var olan sonra ise kendimizi inşaa eden biz insanların bunun bilincine varmamızı ve üstlendiğimiz misyona göre yaşamamızı öneriyorlar. Bu cenahta iki farklı görüş ortaya çıkıyor. Ölüm realitesini görüp intiharı bunun vardığı tek yolu olarak görenler ile intiharı bu realiteden kaçış olarak görüp aslında bunun karşısında tavır almamızı, yaşadığımız kısa süre zarfında bilinçli ve istenç içerisinde eylemlerimize yön vermemiz gerektiğini söyleyenler.

Felsefi ve dini temelden uzaklaşarak olaya bireysel, mikro boyutta ele almak ise farklı bir yaklaşım.

...

İşyeri eğlencesi. Herkes mutlu. İnsanların mutlu olmasını isteyen ve eğlenmeleri için elinden geleni yapan bir insan. Kendisi de mutlu. Her şey yolunda. 48 saatten kısa bir süre zarfında beklenmedik ve feci bir şekilde en yakınlarından birini kaybedeceğinden habersiz.

Ölüm günündeyiz. Şirkette ölümün yarattığı o sessizlik ve suratlarda nahoş, şaşkınlık ile şok arasında kalmış surat ifadesi. Gelin görün ki, bu üzgünlüğün ifadesi değil ama; üzgünlük o an için dillerden dökülen kelimelerde yaşıyor. Tavırlara yansıyan ve suratlardan okunan ise ölüm realitesinin düşüncelerden sıyrılan dışavurumu. Herkeste ben merkezli bir yaklaşım ve senaryo analizi.
"Aynı durumda olsaydım ne yapardım?"
Suratlardan okunan bu sorunun ömrü yarım gün sürüyor. Gayet de normal karşılıyorum atalarımızın tarihe hediye ettikleri "ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar" deyişi çerçevesinde. Olayın akabinde iki gün öncesinde bizi eğlendirmek için uğraşan mutlu insanla iki gün sonrasındaki dünyası yıkılan insanı kıyas etmeye çalışıyorum. Hatta empati kurmakta da tarihsel birikimim çerçevesinde zorluk çekmiyorum. İlk hafta aile ferdini yitirmenin doğası gereği fecaat şekilde geçiyor, yıkım büyük. Ölümün nesnel varlığından ziyade bireysel olarak yakını yitirmenin ve bir daha gelmeyecek, göremeyecek olmanın, her ölümün erken ölüm olması temelinde zamansızlığının ve biçiminin etkileri görülüyor. Sonrasında dışarıdan daha hızlı bir toparlanış gibi gözükse de aslında insan oyunu kurallarına göre oynamaya başlıyor. Yine doğanın gereği olarak hayat devam ediyor. İyi hoş. Buraya kadar kafamda sorun yok.
Aynı zamanda tecrübeyle sabit olarak, kişinin yüzünden zihnsel faaliyetlerindeki farklılaşmayı, aktarılan enerjideki değişimi rahatlıkla "sezebiliyorum". İç dinamikler eskisinden farklı işliyor. Ve asıl kendi açımdan da cevaplayamadığım noktaya geliyorum. Bu kadar çok şey yaşanmış, önce subjektif olarak idraki ve akabinde insan zihninin objektifliği ile özümsenmiş bu durum karşısında tüm değişen iç dinamiklere rağmen dış dinamiklerde değişim olmuyor. Gündelik hayata, insanlara, ilişkilere, olaylara karşı tutum hiçbir şey olmamışçasına devam ediyor. Ve eminim ki bunun bu şekilde devam etmesi yaşananların sindirilmesi ve üzerine sünger çekilmesi çerçevesinde cereyan etmiyor. Bilhassa zihne anı anına silinmeyecek şekilde kayıt edilen tüm bu argümanlar çerçevesinde kişi aynı tutumları sergilemeye devam ediyor.

Hayat boktan. Tartışılmaz olarak kimse istediği hayatı tam anlamıyla yaşayamıyor (istatistiki olarak "outlier" dediğimiz tabakayı istisna kabul ederek bu genellemeye dahil etmiyorum); ancak çoğunluk değiştirmek için radikal kararlar da almıyor veya alamıyor (ölüm realitesini tatmış ve zihnine kazımış kişiler için "alamıyor" seçeneğinden bahsetmek çok da mantıklı olmayacaktır). Henüz cevabını bulamadığımı bu durumu kendi içimde açıklama çalışmalarım devam ediyor. İsyanlar yaşaması doğal karşılanması gereken, hayata bakışında milat kabul edilecek noktada tüm şartlar sağlanmışken aynı bokun laciverti içinde soluk almaya devam etmek insana reva olmamalı diyorum. Ancak incelemelerim çerçevesinde sonuçları aynı gözlemlemek canımı sıkıyor.

Akşam oldu. Yine canım sıkıldı. Sabahki cuma namazı akabinde akşam evde şarap açıyorum. İçiyorum. Lacivert tez var, kodlarla uğraştırıyor; lacivert iş var, pazartesi sabahı beni bekliyor ve nice lacivert bokla yaşamaya ben de devam ediyorum. Ya ölüm realitesinin ciddiyetini ben de dahil diğer insanlar idrak edemiyoruz yada lacivertimsi hayatımız o kadar kıymetli ki hiçbir değişiklikle riske atamayacağımız şekilde bu "sanat eserini" başka renge boyayamıyoruz.

Fonda taş plak kaydı arşivimde bulunan Hafız Burhan'ın tiz sesi yükseliyor.
Makber.
Çok sevdiği eşi öldüğü için 100 yıla yakın zaman dilimini aşarak bize ulaşan beste ve kulaklardaki tınıyı derinliklere dalarak tüm yoğunluğuyla yaşamaya çalışıyorum.

Hafız Burhan mı? Bu beste ve dünyası yıkılmışçasına yorumuna rağmen eşinin vefatından 2 ay sonra başka bir çıtırla evlenmesini düşünüyorum. Galiba o sorunun cevabını tiz sesiyle gönderiyor.

17 Kasım 2010 Çarşamba

İnsan Ne için Yaşar ?

Popüler bir soru. Galiba geçen yıl yapılan İstanbul Bienal'inde de tartışılmıştı (bienal iki senede bir yapılan sanatsal aktivite demekmiş bu arada; "bi" latince 2 demek ya, bi-polar, bi-seksual, bicycle, bisikim (2 posta manasına kullanılabilir aslında..)). Neyse hizmet içi bilgiyi geçelim.

Yüzyıllardır tartışılan bir konu aslında. İnsanın dünyadaki, hatta evrendeki (peh peh), kutsal yaşama amacı, idealleri, kaderi vs. ne acaba? İnsan çok önemli bir varlık olduğundan, hatta evren insan için var olduğundan kesin çok ulvi bir amacımız vardır/olmalı yaşamak için değil mi? Bu soruya cevap bulamayıp çok intihar eden de olmuştur, yazık...

Bu sorunun temelinde bence ortaçağ düşüncesi yatar. Nedir o düşünce? Dünya evrenin merkezinde, herşey onun etrafında dönüyor, dünyadaki tüm varlıklar insan için yaratılmış falan filan. Eh insana bu kadar önem yüklenirse, o da kendine kutsal bir yaşama amacı aramak zorunda hissedecektir kendini. Bulamayınca da depresyona girecektir.

Tabii yıllar ilerledikçe gelişen bilim insanlara işin öyle olmadığını, evrende dünyanın bi-sikim önem arz etmediğini gösterdi ama insanoğlu görmedi/görmezden geldi. Douglas Adams üstadın yazdığı gibi, evrendeki 2 küçük galaksi arası açılacak uzay otabanı dünyanın üstünden
geçeceğinden, dünya 1 sn'de patlatılıverdi. İnsanlar görsün de taşınsınlar dünyadan diye en yakın galaksiye "200 yıl" önce mesaj bırakılmıştı ama insanoğlu neden yaşadığını düşünmekle o kadar meşgulduki gidemedi oralara...

Bu yazıda Carl Sagan üstayı da anmadan geçmek olmaz şimdi. Onun hazırladığı aşağıdaki zaman çizelgesi de (eksisozluk'de ceng adlı kullanıcı sağolsun çevirmiş), belki dünyada yaşayan en önemli varlık insanoğludur diyenlerin beyin hücrelerini uyarır.


1ocak:big bang.
1mayıs:samanyolunun başlangıcı(bunlardan ne kadar var, carl?)
9eylül:güneş sistemi(ya bu güneşten?)
14eylül:dünyamız ve diğer gezegenler
25eylül:dünyadaki ilk yaşam belirtisi
9ekim:tek hücreliler
12kasım:bilinen ilk bitki.(uyumayalım kasım ayındayız.)
15kasım:çekirdekli ilk hücre.
1aralık: oksijenli atmosfer
17aralık:yeni türlerin gelişimi
24aralık:dinozorlar
28aralık:dinozorların sonu(bir göz açıp yummuş gibi bir hayat mı dediniz 4günlük? yok kelebek değil.)
31aralık,(aha da noele agaçları hazır edelim) saat 13:30: ilk insansılar.
31aralık, 22:30:ilk insanlar.
31aralık, 23:00:taştan alet yapan atalarımız(homo faber)
31aralık, 23:46:ateş
31aralık, 23:59:51: (geri sayım başlasın yeni yıl için 9-8-7..."sahne kararsın! alt yazılar geçsin.") yazı
31aralık, 23:59:56:milat-isa.
31aralık, 23:59:59:rönesans-pozitivizm


Gelelim başlıktaki sorunun cevabına. İnsanoğlunun çok da önemli bir varlık olmadığını öğrendiğimize göre, bu sorunun cevabı da basit aslında. Temelde insan; bir köpek ne için yaşıyorsa onun için yaşar. Bulduğu en güzel yemeği yer, bulduğu en rahat yerde uyur, bulduğu en güzel karşı cinsle çiftleşir kalan boş vakitlerde de diğer köpek arkadaşlarıya takılır sokaklarda. Tabii hayvanlar aleminde para olmadığı için bu saydıklarımı fiziksel güçle hallederler, bizse parayla. Para konusunu başka bir yazıya bırakırak; içiniz sıkıldığında evrendeki "önemimizi" düşünüp rahatlayın diyor, ya da youtube'a "pale blue dot" yazıp izliyin daha etkili olur (anti-depresan yerine bunu izletmek lazım insanlara aslında), yazıyı bitiriyorum.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Sevemedim Seni Asortik Kadın!

Lounge sıfatıyla anılan bir barda sırtımı duvara yüzümü ortama vermiş sana bakıyorum. Buralara pek uğramam. Birazdan ortak bir arkadaşımız –mutual friend- vasıtasıyla tanışma imkanım olacak seninle. Fönlü, kumral saçlarınla, elindeki içkinle meraklı gözlerle etrafı süzüyorsun. Ayrıca, benim sosyoloji tezimin bir parçası olduğundan haberin yok asortik kadın. Yeryüzünde temas edemediğim tek kadın tipi olarak orada oturuyorsun. Hah, arkadaş da geldi.

El sıkışıyoruz. Ellerin ne güzel ne biçimli asortik kadın. 25 yaş (km) bakımını yaptırmışsın tırnaklarının. Altında siyah parlak bir tayt, topuklu ayakkabı. Üzerinde de kalçalarını örten mora çalan bir elbise. Çevrendekilere “eğer uslu çoçuklar olursanız ve doğru zamanı yakalarsanız kalçalarımı görebilirsiniz” imajı veriyorsun. Bende ise asil sade bir duruş ve içten sıcak bir gülümseme. Tanrı seni “cross” kalemle çizmiş asortik kadın. Diğer insanları çizerken neden kalemi bitmiş?

Garson geliyor. Ben 70’lik arjantin biramı ısmarlıyorum. Sen ise armut püresi ilaveli bacardi mojitonu. Alkoller de geldiğine göre artık muhabbet başlayabilir. İlgi hep üzerinde olmalı değil mi asortik kadın? Evde tek başına kaldığın zamanlarda yaşadığın histeri krizlerini kesinlikle yansıtmamalısın; çünkü bunlar seni güçsüz gösterir. Duygularını saklamalısın her zaman. Her şeyi abartmayı ne kadar da çok seviyorsun. Bunu yarım saattir anlattığın en güzel çantayı seçememe temalı manifestondan anlıyorum. Üretken, çilekeş ve kredi kartlarını ödeyen baban bu anlattıklarını biliyor mu asortik kadın? Dayanamıyorum. Lavaboya gitmek için izin istiyorum.

Sessizliği hiç sevmiyorsun değil mi? Sessizlik senin için bir kaybediş, bir yıkım. Sana sessizliğin soyluluğunu ve erdemini öğretmemişler. Eğer bir grup toplanıyorsa sessizlik yasaklanmalı. Hemen söz alıp hava durumundan bahsediyorsun bir sessizlik anında. Benim havam her zaman parçalı bulutluyken sen de neden her zaman şimsekler çakıyor? Her susuşta daldan dala atlaman bu yüzden değil mi? Yoksa susunca histerik duyguların mı kabarıyor asortik kadın.

O güzel ellerinle slim sigara içiyorsun. Markası önemli değil slim olsun yeter. Sigarayı ağzına götürüyorsun dumanı içeri çekerken kül kısmı havalanıyor. Sigaranın alevi havada daireler çiziyor. Sonra da çeneni yukarı kaldırıp dumanını üflüyorsun. Sanki dünyayı kurtarıyorsun. Tebrikler!

Muhabbet tıkanıyor bir yerde. Sıran bana geliyor. Yeni trend eye linerla boyadığın şuh gözlerin bana dönüyor. “Arkadaşın da pek sessiz sakin” kelimeleri dökülüyor o güzel dudaklarından. Biliyorum asortik kadın senin o “kainat” güzelliğinden çekindiğimi sanıyorsun. Gözlerin anlatıyor herşeyi. Sanıyorsun ki titremem senin dünya dışı güzelliğinden duyduğum heyecan. Ama, maalesef yanılıyorsun asortik kadın. Bu terli ve titrek halim senin boş güzelliğinden değil. Biz bu dünyayı kurşun kalemlerle boyadık. Sevemedim seni asortik kadın. Hem de hiç. Cevap verdim:

“Neden boşalttın bu kadar içini.”
Şaşkın şaşkın suratıma baktın.
“Dedim ya asortik kadın sevemedim seni. Şunu unutma ki bende sana dair olsa olsa en fazla bir tosbir olur. Onu da biraz önce lavabo da harcadım. Bu ter, titreme ondandır. Lütfen daha fazla şaşırma.”